27 Nisan 2016 Çarşamba

EVLATLIK ÇOCUKLUK

       



        Taş Zemin, Soğuk Duvar, Demir Parmaklık



      Elimi uzatıyorum tahta bir şeye çarpıyor, görmüyorum, zifiri karanlık. Öyle koyu ki tarif edemiyorum, hiçbir şeye benzemiyor… Tek bir ses yok, nefes yok, uyku yok, ışık yok sadece karanlık, ağlıyorum, elimi uzatıyorum tahta… İtiyorum, asla ama asla kımıldatamıyorum yerinden, korkuyorum, burada kapalı kaldım birazdan ölürüm herhalde çünkü nefes almak gittikçe zorlaşıyor, çünkü yaşam gittikçe tükeniyor, herkes gibi bende bittim. Ölümü düşününce aklıma ikinci annemin tabutu geliyor, eyvah! Ben bir tabutun içindeyim!!! Yaşıyorum ama tabuttayım, nasıl olur bu? Yumruklamaya başlıyorum tahtadan kapağı, birileri illa ki duyar da kurtarır sefil bedenimi. Karanlık, tabut, korku, gözyaşı, yalnızlık hepsi var, en önemlisi düşünce var, ışık hızıyla bin türlü senaryo düşünüyorum. Çırpınıyorum ağlıyorum düşünüyorum, lanet düşüncemi sonlandırabilsem kurtulmanın ya da ölmenin yolunu bulacağım ama kapağı açılan baraj gibi, çığ gibi hiç durmuyor, gittikçe çoğalıyor düşüncem. Korkunç zihnim kayıt altına alıyor olayları, hiç bıkmadan, beni tüketecek anıları öyle bir işliyor ki orospu zihnim!!! Önünde duramıyorum, yıkıp geçiyor beni… Elimi uzatıyorum tahta, ağzımın içinde ıslak tahta tadı! yüzümden bir şey yürüyüp geçiyor, yakalamaya çalıştıkça kaçıyor, sonra tüm bedenimde aynı his, karınca sürüsünün ortasında olmalıyım diyorum, severim karıncaları. Örümcek ve solucanlardan nefret ederim diye düşünürken ıslak, yapışkan, iğrenç sülükler ortaya çıkıyor. Örümcek ve solucanların sahne alması an meselesi, iyi ki karanlık, görmüyorum ama hissetmek de korkunç bir duygu diyorum kendi kendime. Bir umut arıyorum tutunmalıyım, ben hep böyle yaparım cancağızım, bakarım duruma kalbime sorarım, bana uzatır oradan bir dal sevgiyle sarılırım minnettar olurum. Kendimi hep kendim kurtarırım ama bu sefer yok, ne yapsam ne düşünsem çare bulamıyorum. Hayatım boyunca en çok korktuğum başıma geliyor; sımsıkı karanlıkta düşüncemle baş başayım, gidecek yönüm yok, ışığım yok… Tüm sürüngenlere küfürler savuruyorum, yaşantıma, şansıma, anneme, babama, dünyaya, doğaya aklınıza gelebilecek, hayatta olmamı sağlayan her şeye ana avrat düz gidiyorum, neden gitmeyeyim? Ben neden ölmüyorum? Ölümsüzlük bulundu da haberim mi yok? Eğer böyleyse ölümsüz olmak onunda amına koyayım! Sadece nefes alarak böcek seremonisini izleyip yüz yılların geçmesini mi bekleyeceğim lan. Karanlığa bakarak yaşanır mı? Yaşamak bence yazı yazmak, çeşitli müzik aletleri çalmak, muhteşem kitaplar okumak, aşk, renkleri görmek, rüzgârı hissetmek, kemanı ağlatan o adamı dinlemek, arabaya atlayıp yollarca gitmek, bir çiçeğe su vermek, sevgi, denizin göğün mavisini izlemek, insanları anlamak, mutluluk, şarkı söylemek, Tanrının sesini hayal etmek, huzur, yıldızlara bakmak, yaşamak doyasıya yaşamak…



  Gözümü açıyorum, ateşim 40 derece civarında olmalı, yalnızım. Üstümde ki yorgan 300 kilo geliyor, 'tabutum'… Hepsi kâbus, ilk anlattığım hikâyeden itibaren her şey kötü bir şaka, berbat bir yazarın kaleminden çıkan ağlak bir hikâye. Sizi kullanıyor yazar, sürekli kurgu karakterler yaratıp hüzünlü dizi senaryoları gibi uzattıkça uzatıyor konuyu, geri zekâlı. Kendine bağlıyor sizi, peşinden sürükleyip son nefesinizi de almaya çalışıyor ciğerinizden. Çabuk çıkın buradan yoksa ya hikayenin içinde kaybolacaksınız ya da öleceksiniz!



  Gözümü açıyorum, ateşim düşmemiş, kusmak için kalkmaya çalışıyorum başım geri düşüyor yastığa, sırılsıklam terliyorum. Kusmam lazım, ne yedim hatırlamıyorum ama midemden çıkmak için mücadele ediyor. Son bir güçle itiyorum kendimi, tuvalete doğru yalpalayarak yürüyorum, hayal dünyası gibi tüm ev, duvarı tutmaya çalışıyorum dalgalanıyor sanki ben elimi uzattıkça eğilip bükülüyor. Yere düşüp aynı anda kusuyorum, başım yapışkan iğrenç kokulu sıvıların arasında, biri tepemde bağırıyor, karnıma iki tekme sallıyor, amına koduğum diyorum kusuyorum. Saçımdan tutup sürüklüyor yerde, yön kavramım tamamen yok olmuş, nereye doğru gidiyoruz bilmiyorum. ‘İnşallah’ diyorum cehennemin kapısındayızdır da açıp aşağı atar beni, yana yana küle dönerim dev kazanlarda! Yok, orospunun bol olduğu dünyadayım hala ne yazık ki, kadın beni temizlik malzemelerinin olduğu banyoya kadar sürükleyip bırakıyor. Saçım kökünden kopmuş olmalı, kopmadıysa da yazıklar olsun! “al şuradan bezi çabuk kalk (tekme) temizle sıçtığın yeri!”. Aaa sıçmış mıyım ben kustum sanıyordum! Desene burnumuza kadar boka battık J elimde bez ama ne yapacağım hakkında hiçbir fikrim yok mal gibi yerde oturuyorum. İtekliyor tekmeliyor deliriyor kadın, neyin hıncını alıyor bilmiyorum, hangi zamanın sevgisizliğini ya da acısını benden çıkarıyor onu da bilmiyorum. Ayağa kalkıyorum sendeleyerek, yürüyorum yine hayal dünyasında sonra… Sonrası bir süre yok oluyor, yatağımda uyanıyorum altıma işemiş olmalıyım, her yanım vıcık vıcık çünkü. Lan yine kustum mu acaba? Baş belası biri bir şey söylüyor, kalkıyorum mutfağa gidiyorum niyeyse, masada herkes oturuyor ne zıkkımlanıyorlar göremiyorum. Bende yemeye çabalıyorum, her seferinde taş çiğniyorum sanki ağzımda takır tukur sesler, sonra yanağımı ve dilimi ısırıyorum üst üste, açlıktan kendimi mi yiyorum diye düşünüyorum o ara. Kan tadı geldiği anda midem ayaklanıyor, kalkıp tuvalete atıyorum çeyrek bedenimi. Kanla beraber garip bir şeyler kusuyorum, ne yedim acaba? Kafam tuvaletin taş zemininde içimden uzaylıların çıktığı kâbuslarla öylece yatıyorum…











   Birkaç gün sonra biraz daha iyileşmiş olarak açıyorum gözümü, dünyaya ölümle bakan gözümü. “kalk hazırlan” buyuruyor efendi hazretleri, iki beden büyük gelen kıyafetlerimle ucube gibiyim, arada kusuyorum hala başım dönüyor. Arabayla çıkıyoruz yola, nereye niye gidiyoruz ilgilenmiyorum, ömrümden evler, insanlar, hayatlar geçiyor, dönüp bakmıyorum… Tanıdık birine gidiyoruz misafirliğe, sofralar kuruluyor, çocuklar bağırarak oyun oynuyor ben bir köşede kımıldamadan oturuyorum. Bir kadın gelip ateşime bakıyor ‘sarılıktır’ diyor ‘çok yaygın bu ara’. Doktor yok, hastane yok, ilaç yok, bakım yok… “”yok canım ne sarılığı okulda pis bir şey yemiştir” diyor mal adam. Hüzünle bakıyorum onlara, ne menfaatleri varsa birazdan ortaya döküleceği aşikâr olan insan lekesi varlıklarına acıyorum. Dökülüyor zaten, insanlar üç kuruşluk kazançlarıyla evlerinde ki konukları iyi ağırlamak için şerefli bir sofra kurmuşlar ama yetmiyor açgözlü kadınla adama. Sebze serası olan ev sahibine dert yanıyor bizim üçkâğıtçı “geçen pazara gittim, dünyanın parasını sayıp şunu bunu aldım evde hanım yemek yaparken hepsi kof çıktı, insan nerden ne alacağını şaşırıyor artık” Senin ecdadını sikiyim amın oğlu, yalan söylüyor, evde ki stok tükendi!!! Zavallı ev sahibi “gel bizim seradan vereyim sana, her şey taze dalından” diyor, bizimkinin gözleri beleriyor “sen pahalıdan satarsın” “yok abi ne parası, kaç yıllık tanışığıma parayla mı veririm”… Hiç ikiletmiyor iki onursuz insan, hatta adamla beraber seraya giriyorlar, kadın poşet getirmiş hazırlıklı bir de kaşar. Poşetler benim boyumda, dolduruyorlar doyana kadar, ne yazık ki insanın karnı her türlü doyuyor da ruhu hep aç kalıyor. Ne zaman ruhunu tamir edip onurunu kazanırsan o zaman ayağa kalkıp insan oluyorsun! Geri dönerken her şeyden midem bulanıyor, yaşamımdan, anne-baba dediğim o insanlardan, dünyadan, kendimden… Yediklerim halay çekmeye başlıyor içerde. Nefretim katlanıyor, olanları düşündükçe daha çok kusma isteği duyuyorum en sonunda arabayı durdurtup yolun kenarına çıkarıyorum içimde birikmiş irini…


    Hayatımda iki kez böyle hasta oldum, ikisinde de mucize eseri doktorsuz ilaçsız kurtuldum. Sadece bir gece hatırlıyorum; annem geldi uykumun arasında bir bardak süt verdi, inanamayarak bakıyordum ona gerçek mi rüya mı karar vermeye çalışıyordum. Gözlerini benden kaçırıp tavana yere baktı sütümü içene kadar, bitince bardağı alıp arkasına bakmadan çıktı gitti odadan. Çok acı çekip ağlaya ağlaya uyuduğum gecelerin sayısını Tanrı bilir, uzun yıllar geçirdim orada, upuzun yıllar. Mutluluğun ne demek olduğunu unutmuştum, huzurlu anlarım çok azdı. En önemlisi sevgiydi, sevilirken ama gerçekten sevilirken bazı ufak tefek şeyleri görmezden gelebiliyorsunuz ama hem sevilmiyor hem azap çekiyorsanız üzgünüm, şansınızı başka bir yerde deneyin. Niye bunlar oldu diye soruyorum kendime, cevaplar zaman içinde geliyor. Bir olay oluyor iyi ki bunu görmüşüm orada, iyi ki yaşamışım diyorum. Yoo mazoşist değilim, sarılmıyorum artık acılarıma o kadar. “Ne öğrendim” tarafından bakıyorum ve her günü her anı doyasıya yaşıyorum…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder