Korkunç Kadınlar – İntihar Eden Kediler
Yeni ailem eskisine oranla çok az nüfusluydu, karı koca
iki kişilerdi. İlk gün kazasız belasız geçti, iki kadın bir adam beni bir
koltuğa oturtup epeyce incelediler. Önceki gün fazlaca ağlayıp çırpınmış
olmanın yorgunluğu yüzünden pek tepki veremiyordum, hala üzgündüm. Beni çok sevdiklerini,
öz kızları gibi kabullendiklerini,
onlara anneciğim babacığım diye hitap etmem gerektiğini anlatıp durdular.
Oturduğum yerde sırtım ürperip duruyor, evin her yanından lanet bir mutsuzluk
akıyordu. O yıllara göre lüks bir zevkle döşenmiş evde daha önce görmediğim
eşyalar vardı. Kafamı arada kaldırıp etrafı gözlemliyordum; en çok ilgimi çeken
şey dev cam ekranlı kutuydu! Televizyon dediler, o ne bee? Kadınlardan daha
korkunç olanı, garip kare bir şeyde ki düğmelere dokununca içinde insanların
hareket ettiği görüntüler çıktı karşıma. Gözümü hiç ayırmadan seyretmeye
başladım, büyülenmiştim resmen; o adamlar kadınlar oraya nasıl sığmıştı? Bu
boyumla o kutuya ancak ben sığabilirdim ki içinde hareket etmem
olanaksızdı..Bir ibnelik vardı ama hadi bakalım, kafama takılan şeyleri
merakımı giderene kadar çözme huyum vardı, öğrenmezsem ölebilirdim. Sonra yine
aynı kadın elinde ki kutudan başka bir düğmeye bastı, görüntüler kayboldu!
Haydaaaaa o kadar insan nereye gitmişti? Biraz cesaretim olsa kutunun
arkasından dolanıp az önceki kadınlarla adamları arayacaktım ama oturduğum
koltuğa çakılıp kalmıştım. İyice kafam karışmıştı. İki kadın beni aralarına
alıp sağıma soluma bakmaya başladılar, ikisi de yaşlıydı, yüzlerinde acayip
renkte boyalar vardı ve korkunç görünüyorlardı. Adam bir süre sonra benimle
ilgilenmeyi kadınlara bırakıp, ortadan kaybolmuştu. Çok halsizdim, mutsuz,
güvensiz ve açtım. Sabah kahvaltısında hiçbir şey yememiştim ki zaten masa da
olanların yarısına 1 km uzaktım. Bıraksalar o koltukta 3 gün uyuyabilirdim,
bırakmadı kokoş manyaklar! Benim için hazırlandığını söyledikleri odayı
göstermeye karar verdiler. Evi gezmeye başladık; kocaman bir salonu, dört
odası, çift tuvaletiyle daha önce görmediğim bir ihtişama sahipti. Bir futbol
takımı rahatlıkla kamp yapabilirdi burada, hatta uzadıkça uzayan koridorda
araba yarışı bile yapabilirdiniz. Keşke mutluluk da mekânların büyüklüğüyle
aynı orantıda olsa, ne yazık ki değil! Henüz bilmiyordum ama çok mutsuz oldum o
evde, hayatımın çocukluk kısmını geçirdiğim korkunç şatomdu orası. Bana özel
olan odada bir yatak, komedin, küçük bir gardırop, televizyon denilen kutu,
yere kadar uzanan perdeler ve benim boyumda, uzun gümüş saçlı bir bebek vardı. Televizyon
hariç hiçbiriyle ilgilenmedim. Doğru dürüst kıyafetim olmadığı için yemek yiyip
alışverişe gitmeye karar verdiler. Nihayet! Bu salakların yemeğin icadından
haberi olması şaşılacak şeydi doğrusu. Adım atacak halim kalmamıştı, mutfak
dedikleri ayrı kısımda bir masa dört tane cırtlak turuncu derili sandalye,
dolaplar, fırın (Auer marka) ve dev buzdolabı vardı. Sandalyenin birinde tekir
cinsi kedi, muhtemelen gereksiz bulduğu yeni misafiri aldırmaz bakışlarla
süzüyordu. Kadınlardan biri (teyzem oluyormuş) kediyi dürtüp kaldırdı ve yerine
beni oturttu. Bu olay kediyle benim aramda ki amansız savaşı başlatmış oldu,
tıslayarak çıktı mutfaktan tüylü yaratık. Tadı berbat olan bir şey yedik, sonra
hazırlanacaklarını söyleyip, balkon dedikleri çiçekli kısma gönderdiler. Telli
kafesler içinde cıvıldaşan kuşları yine şaşkınlıkla karşıladım. Ne beyinsiz
insanlar vardı şu dünyada ulu Tanrım, yüce İsa, ermiş Buda, bakire Meryem,
kanatlı atla uçan Muhammed, şimşek çakan Zeus J
Uçabilen bir varlığı kafese kapatmak akıl tutulması değildi de neydi? Hele evde
kedi beslemek! Hayvanları doğal ortamından alıp eve kapatmak, insanı ayda
yaşamaya zorlamak kadar saçma geliyor artık.
Yani evet bende birkaç hayvan besledim (tavşan, hamster, civciv! balık,
balık konusunu baya zorladım), siz siktiredin beslemeyin. Bıbıcım demem gereken
adam kuşlardan bahsetti bir süre, çarşı dedikleri alışveriş yapılan, bol
insanlı, bol mağazalı yere anne ve teyzemle gittik. Giydirip soydular uzunca
zaman, en nihayetinde eve döndüğümüzde bir koltukta uyuyakalmıştım. Hayatımda
ilk kez kâbus gördüğümü anımsıyorum, dev dişli kuşlar ve kediler etimi parça
parça yedi bitirdi, bedenim yok oldu. Tabi ki de altıma işedim yok ne
yapacaktım!!!
Lüks bir evim,
odam, giysilerim, annem, babam, hatta dedem, amcalarım, teyzem, televizyonum,
abartı derecede oyuncaklarım vardı ama mutsuzdum. Bir şeylere sahip olmanın mutluluk
vermediğini orada kavramış olmalıyım ki hayatım boyunca hep az insan ve az
eşyam vardı. Yapayalnız kalmıştım, kalabalık bir aileniz varsa ne demek
istediğimi anlarsınız, tek başına oyun oynamak, tek başına çizgi film izlemek,
tek başına acı çekmek..tek! Bu ölüm demek, ölmüşsünüz mezarınızda yan gelip
yatıyorsunuz; yalnız yemek yemekten, yalnız mastürbasyon yapmaktan, yalnız film
izlemekten zevk almaya çalışıyorsunuz demektir! Paylaşmıyorsunuz,
tartışmıyorsunuz, kendi kafanızın içine doğru konuşuyorsunuz, nefesler
birbirini ısıtmıyor, sevişmenin sıcaklığını hissetmiyorsunuz, parlak iki çift
gözbebeğine bakmıyorsunuz… Anlamsızsınız… Bende kardeşlerim olmadan bir hiçtim.
Bu yalnız bırakılmanın intikamını almam gerekti. İşe evdeki aletleri bozarak
başladım, elime geçirdiğim tornavidayla televizyonun arka kapağını söktüm
(bahanem içindeki insanları dışarı çıkarmak istememdi), plakları çizdim, VHS
kasetlerin şeritlerini söktüm boynuma doladım az kalsın boğulacaktım, gümüş saçlı bebeğin saçlarını yoldum, kediyle
sürekli kavga ettim, her yerim çizik içinde kaldı. Benden korkup devasa
vitrinin tepesine koydukları kuş kafeslerine elime ne geçirirsem fırlattım,
kristal takımları tuz buz oldu. Kısacası evde Yumurcak film serisini çekiyordum…
Tüm bunların bir sonucu oldu tabi, hiçbir suç cezasız kalamazdı! Sürekli ceza
alıyordum, televizyon izlememe, odama hapis, karanlık tuvalete hapis (nur topu
gibi klostrofobim oldu), kadın o kadar geriliyordu ki yaptığım yaramazlığa göre
cezanın şiddetini arttırıyordu; elimde sigara söndürme, gün boyunca aç bırakma
gibi… Sanırım benden nefret etmişlerdi. Bu arada halam ve ablam yanlarında kıl
kuzenimle beni görmeye gelmişlerdi, suç işlediğim zaman saklandığım bir yerim
vardı; vitrinle koltuğun arası benim sığabileceğim boşluktaydı. Onları görür
görmez oraya kaçtım, baya uğraştılar çıkartmak için! İnatçı bir çocuktum, beni
göremeden gittiler. Bir keresinde babam götürdü aniden, yine hiç konuşmadım,
eve bile girmedim. Beni öpmeye çalışan kardeşlerime yüz vermeden öyle havaya
bakarak aval aval durdum, sonra zaten bir araya gelmedik yıllar boyunca. Küsmüştüm…
Büyüyordum,
olayları kavrayış yeteneğim gelişiyor, kırgınlığım azalmıyordu. Sürekli beni
görmeye gelenler oluyordu, akraba, eş dost, komşular, süsleyip püsleyip sirk
maymunu gibi ortaya çıkarıyor, kızımız diyorlardı. Kuzen tayfası burada da eksik
kalmamıştı, sürüyle kuzenim vardı, bir kaçı hariç çoğu sevimsiz, itici
çocuklardı. Arada beni tartaklayıp sıkıştırıyorlardı ve ağlamamla kendi anne
babalarından dayağı yiyordu salaklar J Zamanla
sakinleşip yeni yaşamıma alışmaya başladım, altıma işemelerim, kediyle olan
mücadelem devam ediyordu. Bu savaşın kazananı ben olmuştum görünürde; evdeki
varlığıma tahammül edemeyen asil, kıskanç, sokakta karşıdan karşıya geçmeyi
benden iyi bilen tekir kedimiz, kendini bir arabanın altına atmak suretiyle
intihar etmişti! Komşu teyzenin tanıklığı olayı aydınlatmıştı: asil kedi, aciz
bedenini bir Renault 19’a çiğnetmeden önce şehadet getirip son sözlerini
söylemişti “iki dünyada da patilerim yakanda olacak Ruhtzu” siktir lan
ölmeyeydin pezevenk, koca eve sığamadın! Ölüm enerjisi peşimi bırakmıyordu,
sırasıyla kedi, kuşlar (her sabah kafesinde ters atlayarak intihar etmiş bir
kuşla karşılaşıyorduk! Valla ben bir şey yapmadım), annem ve teyzem bu hayata
veda eden şanslı ruhlardı. Bu anlattıklarım tahmini bir yıl içinde oldu. Akabinde
okula başladım ve daha bunlar hiçbir şeydi…
Olaylar şöyle
gelişti; annecim ve bıbıcım mutsuz, görünürde zengin ve aristokrat, aslında
para diye birbirini boğazlayan manyak bir çiftti. Kısaca hikâyelerinden
bahsedeyim size canlarım… Annem gerçekten zengin ve asil bir ailenin eğitimli şımarık
kızıymış, Avrupa görmüş, kural tanımaz, göz alıcı güzelliğe sahip hovarda bir
genç hanımken, fakir ama gururlu, taşralı, kaypak, orta muhafazakâr ama her
haltın tadına bakmış, işçi olarak Avrupa görmüş yakışıklı genç beyimizle
tanışmış. Eros götlerine oku fırlatınca âşık olmuşlar birbirlerine. Asil aile
taşralı genci kabullenememiş, çılgın âşıklar “aşkımız servetinizden büyüktür”
deyip Avrupa’ya kaçmışlar, orada konsoloslukta gelinlik ve damatlık bile
giyemeden yıldırım nikâhıyla evlenmişler. Hatıra müzem olsaydı siyah beyaz,
biraz yıpranmış ve hala niye sakladığımı bilmediğim fotoğrafı koyardım lan, biz
kadınlar garip varlıklarız, sanırım o fotoğrafı aşkın kanıtı sayıyorum. Evlenince
her şeyin güllük gülistanlık olacağını sanan gençler, Avrupa’yı karış karış
dolaşıp para ezmeyi ihmal etmemişler. Bugün Amsterdam, yarın Münih, ertesi gün
Paris derken kızın cebinde ki parayı yemişler 2 ayda. Sonra genç ve beş parasız
aşıklar aç kalacaklarını anlayınca çalışmaya başlamışlar, zaten o yıllarda
özellikle Alman hükümeti akın akın ucuz işçi alıyormuş Türkiye’den. Aradan birkaç
yıl geçmiş, zenginliğe alışık, çalışmaya, emek harcamaya karşı ‘çiçek’ kızımız
aşkı da tükenince şikâyetlerine başlamış. Özel terzisine diktirdiği kıyafetler,
son moda ayakkabı ve çantalar, Hülya Koçyiğitvari her gün değişen saçlar,
pırlantalar, kürkler (yazık lan o hayvanlara) artık yokmuş. Genç kocası bunları
karşılayamıyor üstelik eşinin ev işlerinden hiç anlamamasından yakınıyormuş “her
gün yemek yakılır mı be kadın? Sende gezmeden az vakit bulup iki yemek
öğrenseydin bari” diyormuş. Başka can sıkıcı bir olay da çocuklarının
olmamasıymış! Yaban diyarlarda gitmedikleri doktor hastane kalmamış, sonuç;
asil kızımızın kısır olmasıymış. Talihsiz serüvenler dizisine konu olacak hayat
yolumuzun kesişmesinin bir önce ki durağı, kızımızın illet bir hastalığa
yakalanıp, tek göğsünün alınmasıymış. Kanser çağın vebası olarak yayılırken,
kavga gürültü, hastalık, çocuksuz bir evlilik, parasızlık sorunlarıyla boğuşan
çiftimiz ana vatana dönmek zorunda kalmış. Asil aile kızımızı bağrına basıp,
baba mirasından faydalanması için bir şart sunmuş ‘damat beyle muhatap olmak
istemiyoruz’. Kızımız hemen kabul etmiş, hooop gelsin evler arabalar, gezmeler,
partiler derken orda burda acayip işlerde çalışan büyük aşkından uzaklaşmış. Tabi
ki boşanmak gibi toplum önünde alçaltıcı bir suçu işlemektense kocasını yaver
gibi kullanmaya başlamış. Aile içine
alınmayarak küçük düşürülen, kendi ailesiyle çok önceden bağlarını koparan
enişte bey, tüm olanların acısını sevgili karısından çıkarmaya ant içmiş. Şiddetli
geçimsizlik, dayak, aldatma her tür olay varmış evliliklerinde. Gittikçe tükenen
asil hanım sigara ve içki kullanımının da katkısıyla dillere destan güzelliğini
kaybetmeye başlamış ve kanser tekrar nüksetmiş. O sıralar bir çocuk evlat
edinmişler fakat geçimsizlik sebebiyle mi yoksa hastalığın verdiği
doktor-hastane-ameliyat üçgeninde ilgilenemediklerinden midir bilinmez, mahkeme
aşamasında geri vermişler aileye. Beni aldıkları yıl ömrünün son baharını
yaşamaktaymış, korkunç görüntüsün sebebi de anlaşılmış oluyor böylece. Asalete pek
bir önem veren ailenin söylediğine göre ben olmasaydım enişte bey eşinin
mirasından faydalanamayacaktı. Zaten kalan dükkân ve evleri tüketmeye
başlamıştı çoktan. En çok kırıldığım anlardan biridir; “annen seni hiç
istemedi, eşi zorladı almak için” Ulan birinizde deyin ki “kızım biz seni
seviyoruz, varlığın çok önemli, asla senden vazgeçmeyiz” saçımı okşayın, o
güveni verin bana! Çocukluğumu katlettiniz pezevenkler L
İkinci annemin ölümü bende şok etkisi yarattı tabi, kendi annemin ölümü zaten
travmaya sebep olmuştu, üstüne evlatlık verilmem ve hiç bitmeyen ölüm dansı
tüketti çocuk kalbimi. O yıllarda çocuk psikolojisinden zerre anlamayan zeki! yetişkinler
annemin tabutunu açarak kolumdan çekiştire çekiştire yüzüne baktırdılar zorla! Yani
iyice amına koydular ruh halimin… Hafızam benim müthiş hafızam onu öylece
kaydetti, hala gitmiyor.
Ölüm olayının
başlangıcı şöyle oldu; oralarda yaz çok sıcak geçtiğinden deniz ya da yayla evi
dedikleri yerlere gitme modası vardı. Ben o sırada biraz okuyup yazabiliyor,
sayı sayıp, papağan gibi Almanca ve İngilizce öğrendiğim kelimeleri tekrar
ediyordum. Bir de yayla evinde bol bol temizlik yapıp, altıma işiyordum. Annem çok
hastaydı babam onunla hastaneye gitmesi gerektiğini söyleyip, biraz çatlak,
temizlik hastası, kedinin intiharından beni sorumlu tutan teyzemin evine
bırakmıştı. Bacak kadar boyum, küçük ellerim ve nefretle bakan gözlerimle, her
sabah erkenden uyandırılıp kahvaltıdan sonra evi temizlemeye başlıyordum. Önce gırgır
denilen tuhaf aletle halıları süpürüp, ıslak bir bezle açıkta kalan parkeleri
siliyordum sonra sıra toz almaya geliyordu. Toz alırken birkaç eşyayı kırıp
döküyordum haliyle! Tabi ki ceza alıyordum bunun sonucunda. Çatlak teyzem eli
belinde başımı bekliyordu, kahrolsun bağzı şeyler, sindirellanın da amına
koyayım! Her gece ağlayıp dua ediyordum (gönderildiğim kuran kursunda ki hoca
dua etmeyi öğretmiş, Allah’ın görünmeyen bir şey olduğunu söylemişti, kafam
allak bullaktı ) Annemin ve babamın gelip beni alması için yalvarıyordum
görünmeyen Allah’a “nolur Allam annem gelsin, nolur Allam artık temizlik
yapmıyım, nolur Allam yarın çikolata yiyeyim” gibi…çikolataya alerjim vardı,
çok yiyince her tarafımda kırmızı kabarcıklar çıkıyordu. Bir sabah duam kabul
olmuştu ve kapıya babamın mavi Ford arabası dayandı, sevinçten deliye
dönmüştüm, Allah ne güzel bir şeydi duamı az gecikmeli de olsa kabul etmişti! Babam
apar topar benle teyzemi arabaya bindirip hiç konuşmadan vınlarken, 2 saatlik
yol boyunca teyzem ağladı. Giderken şirinlerin evini gösterdim ilgilenmediler
bile (yayla evi olarak tasarlanmış ahşap yapıları şirinlerin evi sanıyordum). Eve
gittiğimizde hınca hınç bir kalabalıkla karşılaştım, koşarak odama gittim orası
bile başörtülü ağlayan kadınlarla doluydu, çoğunu tanımıyordum. Hep bir ağızdan
kursta öğrendiğim dualara benzer şeyler okuyor, insanı deliye çevirecek şekilde
bağrınıp yırtınıyorlardı. Saklanacak yer ararken eve tahta bir kutu geldi
omuzlar üstünde, sordum salağın biri “annenin tabutu yavrummmm kuzummmm” diye
sümüklerini bulaştırarak sarıldı bana. Kapağını açıp annemin yüzünü görme ritüeli
(topunuzun Allah belasını versin) sona
eremeden hıçkırıklara boğuldum. Sonra biri akıl etti de kucaklayıp götürdü
oradan. Ne mal insanlar var yurdumda yaa! Çocuk halimle dayanması çok güç olayları
arka arkaya yaşamıştım ve benden normal olmamı bekliyorlardı. Tüm cenaze hengâmesi
bittikten sonra babam beni halama, teyzeme, babaanneme, dayılarıma artık önüne
kim denk gelirse, bırakarak zaman kazanmaya çalıştı. Elimde bir çanta o evden o
eve gezinip durdum (hala öyleyim). Benim hiç evim olmadı, gezginim ben! En küçük
dünya yolcusu… Benim asıl çaresizliğim bundan sonra başlıyor. Türk insanının
temel bozuklukları nereden kaynaklanıyor, nasıl şekilleniyoruz, aile yaşantısı ne
demek, hepsini irdeleyeceğim huzurlarınızda. Şimdi Ruh’u tamir etme sırası…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder