4 Nisan 2016 Pazartesi

EVLATLIK ÇOCUKLUK

                    Korkunç Kadınlar – İntihar Eden Kediler

    Yeni ailem eskisine oranla çok az nüfusluydu, karı koca iki kişilerdi. İlk gün kazasız belasız geçti, iki kadın bir adam beni bir koltuğa oturtup epeyce incelediler. Önceki gün fazlaca ağlayıp çırpınmış olmanın yorgunluğu yüzünden pek tepki veremiyordum, hala üzgündüm. Beni çok sevdiklerini,  öz kızları gibi kabullendiklerini, onlara anneciğim babacığım diye hitap etmem gerektiğini anlatıp durdular. Oturduğum yerde sırtım ürperip duruyor, evin her yanından lanet bir mutsuzluk akıyordu. O yıllara göre lüks bir zevkle döşenmiş evde daha önce görmediğim eşyalar vardı. Kafamı arada kaldırıp etrafı gözlemliyordum; en çok ilgimi çeken şey dev cam ekranlı kutuydu! Televizyon dediler, o ne bee? Kadınlardan daha korkunç olanı, garip kare bir şeyde ki düğmelere dokununca içinde insanların hareket ettiği görüntüler çıktı karşıma. Gözümü hiç ayırmadan seyretmeye başladım, büyülenmiştim resmen; o adamlar kadınlar oraya nasıl sığmıştı? Bu boyumla o kutuya ancak ben sığabilirdim ki içinde hareket etmem olanaksızdı..Bir ibnelik vardı ama hadi bakalım, kafama takılan şeyleri merakımı giderene kadar çözme huyum vardı, öğrenmezsem ölebilirdim. Sonra yine aynı kadın elinde ki kutudan başka bir düğmeye bastı, görüntüler kayboldu! Haydaaaaa o kadar insan nereye gitmişti? Biraz cesaretim olsa kutunun arkasından dolanıp az önceki kadınlarla adamları arayacaktım ama oturduğum koltuğa çakılıp kalmıştım. İyice kafam karışmıştı. İki kadın beni aralarına alıp sağıma soluma bakmaya başladılar, ikisi de yaşlıydı, yüzlerinde acayip renkte boyalar vardı ve korkunç görünüyorlardı. Adam bir süre sonra benimle ilgilenmeyi kadınlara bırakıp, ortadan kaybolmuştu. Çok halsizdim, mutsuz, güvensiz ve açtım. Sabah kahvaltısında hiçbir şey yememiştim ki zaten masa da olanların yarısına 1 km uzaktım. Bıraksalar o koltukta 3 gün uyuyabilirdim, bırakmadı kokoş manyaklar! Benim için hazırlandığını söyledikleri odayı göstermeye karar verdiler. Evi gezmeye başladık; kocaman bir salonu, dört odası, çift tuvaletiyle daha önce görmediğim bir ihtişama sahipti. Bir futbol takımı rahatlıkla kamp yapabilirdi burada, hatta uzadıkça uzayan koridorda araba yarışı bile yapabilirdiniz. Keşke mutluluk da mekânların büyüklüğüyle aynı orantıda olsa, ne yazık ki değil! Henüz bilmiyordum ama çok mutsuz oldum o evde, hayatımın çocukluk kısmını geçirdiğim korkunç şatomdu orası. Bana özel olan odada bir yatak, komedin, küçük bir gardırop, televizyon denilen kutu, yere kadar uzanan perdeler ve benim boyumda, uzun gümüş saçlı bir bebek vardı. Televizyon hariç hiçbiriyle ilgilenmedim. Doğru dürüst kıyafetim olmadığı için yemek yiyip alışverişe gitmeye karar verdiler. Nihayet! Bu salakların yemeğin icadından haberi olması şaşılacak şeydi doğrusu. Adım atacak halim kalmamıştı, mutfak dedikleri ayrı kısımda bir masa dört tane cırtlak turuncu derili sandalye, dolaplar, fırın (Auer marka) ve dev buzdolabı vardı. Sandalyenin birinde tekir cinsi kedi, muhtemelen gereksiz bulduğu yeni misafiri aldırmaz bakışlarla süzüyordu. Kadınlardan biri (teyzem oluyormuş) kediyi dürtüp kaldırdı ve yerine beni oturttu. Bu olay kediyle benim aramda ki amansız savaşı başlatmış oldu, tıslayarak çıktı mutfaktan tüylü yaratık. Tadı berbat olan bir şey yedik, sonra hazırlanacaklarını söyleyip, balkon dedikleri çiçekli kısma gönderdiler. Telli kafesler içinde cıvıldaşan kuşları yine şaşkınlıkla karşıladım. Ne beyinsiz insanlar vardı şu dünyada ulu Tanrım, yüce İsa, ermiş Buda, bakire Meryem, kanatlı atla uçan Muhammed, şimşek çakan Zeus J Uçabilen bir varlığı kafese kapatmak akıl tutulması değildi de neydi? Hele evde kedi beslemek! Hayvanları doğal ortamından alıp eve kapatmak, insanı ayda yaşamaya zorlamak kadar saçma geliyor artık.  Yani evet bende birkaç hayvan besledim (tavşan, hamster, civciv! balık, balık konusunu baya zorladım), siz siktiredin beslemeyin. Bıbıcım demem gereken adam kuşlardan bahsetti bir süre, çarşı dedikleri alışveriş yapılan, bol insanlı, bol mağazalı yere anne ve teyzemle gittik. Giydirip soydular uzunca zaman, en nihayetinde eve döndüğümüzde bir koltukta uyuyakalmıştım. Hayatımda ilk kez kâbus gördüğümü anımsıyorum, dev dişli kuşlar ve kediler etimi parça parça yedi bitirdi, bedenim yok oldu. Tabi ki de altıma işedim yok ne yapacaktım!!!



   




                                   

  Lüks bir evim, odam, giysilerim, annem, babam, hatta dedem, amcalarım, teyzem, televizyonum, abartı derecede oyuncaklarım vardı ama mutsuzdum. Bir şeylere sahip olmanın mutluluk vermediğini orada kavramış olmalıyım ki hayatım boyunca hep az insan ve az eşyam vardı. Yapayalnız kalmıştım, kalabalık bir aileniz varsa ne demek istediğimi anlarsınız, tek başına oyun oynamak, tek başına çizgi film izlemek, tek başına acı çekmek..tek! Bu ölüm demek, ölmüşsünüz mezarınızda yan gelip yatıyorsunuz; yalnız yemek yemekten, yalnız mastürbasyon yapmaktan, yalnız film izlemekten zevk almaya çalışıyorsunuz demektir! Paylaşmıyorsunuz, tartışmıyorsunuz, kendi kafanızın içine doğru konuşuyorsunuz, nefesler birbirini ısıtmıyor, sevişmenin sıcaklığını hissetmiyorsunuz, parlak iki çift gözbebeğine bakmıyorsunuz… Anlamsızsınız… Bende kardeşlerim olmadan bir hiçtim. Bu yalnız bırakılmanın intikamını almam gerekti. İşe evdeki aletleri bozarak başladım, elime geçirdiğim tornavidayla televizyonun arka kapağını söktüm (bahanem içindeki insanları dışarı çıkarmak istememdi), plakları çizdim, VHS kasetlerin şeritlerini söktüm boynuma doladım az kalsın boğulacaktım,  gümüş saçlı bebeğin saçlarını yoldum, kediyle sürekli kavga ettim, her yerim çizik içinde kaldı. Benden korkup devasa vitrinin tepesine koydukları kuş kafeslerine elime ne geçirirsem fırlattım, kristal takımları tuz buz oldu. Kısacası evde Yumurcak film serisini çekiyordum… Tüm bunların bir sonucu oldu tabi, hiçbir suç cezasız kalamazdı! Sürekli ceza alıyordum, televizyon izlememe, odama hapis, karanlık tuvalete hapis (nur topu gibi klostrofobim oldu), kadın o kadar geriliyordu ki yaptığım yaramazlığa göre cezanın şiddetini arttırıyordu; elimde sigara söndürme, gün boyunca aç bırakma gibi… Sanırım benden nefret etmişlerdi. Bu arada halam ve ablam yanlarında kıl kuzenimle beni görmeye gelmişlerdi, suç işlediğim zaman saklandığım bir yerim vardı; vitrinle koltuğun arası benim sığabileceğim boşluktaydı. Onları görür görmez oraya kaçtım, baya uğraştılar çıkartmak için! İnatçı bir çocuktum, beni göremeden gittiler. Bir keresinde babam götürdü aniden, yine hiç konuşmadım, eve bile girmedim. Beni öpmeye çalışan kardeşlerime yüz vermeden öyle havaya bakarak aval aval durdum, sonra zaten bir araya gelmedik yıllar boyunca. Küsmüştüm…

  Büyüyordum, olayları kavrayış yeteneğim gelişiyor, kırgınlığım azalmıyordu. Sürekli beni görmeye gelenler oluyordu, akraba, eş dost, komşular, süsleyip püsleyip sirk maymunu gibi ortaya çıkarıyor, kızımız diyorlardı. Kuzen tayfası burada da eksik kalmamıştı, sürüyle kuzenim vardı, bir kaçı hariç çoğu sevimsiz, itici çocuklardı. Arada beni tartaklayıp sıkıştırıyorlardı ve ağlamamla kendi anne babalarından dayağı yiyordu salaklar J Zamanla sakinleşip yeni yaşamıma alışmaya başladım, altıma işemelerim, kediyle olan mücadelem devam ediyordu. Bu savaşın kazananı ben olmuştum görünürde; evdeki varlığıma tahammül edemeyen asil, kıskanç, sokakta karşıdan karşıya geçmeyi benden iyi bilen tekir kedimiz, kendini bir arabanın altına atmak suretiyle intihar etmişti! Komşu teyzenin tanıklığı olayı aydınlatmıştı: asil kedi, aciz bedenini bir Renault 19’a çiğnetmeden önce şehadet getirip son sözlerini söylemişti “iki dünyada da patilerim yakanda olacak Ruhtzu” siktir lan ölmeyeydin pezevenk, koca eve sığamadın! Ölüm enerjisi peşimi bırakmıyordu, sırasıyla kedi, kuşlar (her sabah kafesinde ters atlayarak intihar etmiş bir kuşla karşılaşıyorduk! Valla ben bir şey yapmadım), annem ve teyzem bu hayata veda eden şanslı ruhlardı. Bu anlattıklarım tahmini bir yıl içinde oldu. Akabinde okula başladım ve daha bunlar hiçbir şeydi…
  Olaylar şöyle gelişti; annecim ve bıbıcım mutsuz, görünürde zengin ve aristokrat, aslında para diye birbirini boğazlayan manyak bir çiftti. Kısaca hikâyelerinden bahsedeyim size canlarım… Annem gerçekten zengin ve asil bir ailenin eğitimli şımarık kızıymış, Avrupa görmüş, kural tanımaz, göz alıcı güzelliğe sahip hovarda bir genç hanımken, fakir ama gururlu, taşralı, kaypak, orta muhafazakâr ama her haltın tadına bakmış, işçi olarak Avrupa görmüş yakışıklı genç beyimizle tanışmış. Eros götlerine oku fırlatınca âşık olmuşlar birbirlerine. Asil aile taşralı genci kabullenememiş, çılgın âşıklar “aşkımız servetinizden büyüktür” deyip Avrupa’ya kaçmışlar, orada konsoloslukta gelinlik ve damatlık bile giyemeden yıldırım nikâhıyla evlenmişler. Hatıra müzem olsaydı siyah beyaz, biraz yıpranmış ve hala niye sakladığımı bilmediğim fotoğrafı koyardım lan, biz kadınlar garip varlıklarız, sanırım o fotoğrafı aşkın kanıtı sayıyorum. Evlenince her şeyin güllük gülistanlık olacağını sanan gençler, Avrupa’yı karış karış dolaşıp para ezmeyi ihmal etmemişler. Bugün Amsterdam, yarın Münih, ertesi gün Paris derken kızın cebinde ki parayı yemişler 2 ayda. Sonra genç ve beş parasız aşıklar aç kalacaklarını anlayınca çalışmaya başlamışlar, zaten o yıllarda özellikle Alman hükümeti akın akın ucuz işçi alıyormuş Türkiye’den. Aradan birkaç yıl geçmiş, zenginliğe alışık, çalışmaya, emek harcamaya karşı ‘çiçek’ kızımız aşkı da tükenince şikâyetlerine başlamış. Özel terzisine diktirdiği kıyafetler, son moda ayakkabı ve çantalar, Hülya Koçyiğitvari her gün değişen saçlar, pırlantalar, kürkler (yazık lan o hayvanlara) artık yokmuş. Genç kocası bunları karşılayamıyor üstelik eşinin ev işlerinden hiç anlamamasından yakınıyormuş “her gün yemek yakılır mı be kadın? Sende gezmeden az vakit bulup iki yemek öğrenseydin bari” diyormuş. Başka can sıkıcı bir olay da çocuklarının olmamasıymış! Yaban diyarlarda gitmedikleri doktor hastane kalmamış, sonuç; asil kızımızın kısır olmasıymış. Talihsiz serüvenler dizisine konu olacak hayat yolumuzun kesişmesinin bir önce ki durağı, kızımızın illet bir hastalığa yakalanıp, tek göğsünün alınmasıymış. Kanser çağın vebası olarak yayılırken, kavga gürültü, hastalık, çocuksuz bir evlilik, parasızlık sorunlarıyla boğuşan çiftimiz ana vatana dönmek zorunda kalmış. Asil aile kızımızı bağrına basıp, baba mirasından faydalanması için bir şart sunmuş ‘damat beyle muhatap olmak istemiyoruz’. Kızımız hemen kabul etmiş, hooop gelsin evler arabalar, gezmeler, partiler derken orda burda acayip işlerde çalışan büyük aşkından uzaklaşmış. Tabi ki boşanmak gibi toplum önünde alçaltıcı bir suçu işlemektense kocasını yaver gibi kullanmaya başlamış.  Aile içine alınmayarak küçük düşürülen, kendi ailesiyle çok önceden bağlarını koparan enişte bey, tüm olanların acısını sevgili karısından çıkarmaya ant içmiş. Şiddetli geçimsizlik, dayak, aldatma her tür olay varmış evliliklerinde. Gittikçe tükenen asil hanım sigara ve içki kullanımının da katkısıyla dillere destan güzelliğini kaybetmeye başlamış ve kanser tekrar nüksetmiş. O sıralar bir çocuk evlat edinmişler fakat geçimsizlik sebebiyle mi yoksa hastalığın verdiği doktor-hastane-ameliyat üçgeninde ilgilenemediklerinden midir bilinmez, mahkeme aşamasında geri vermişler aileye. Beni aldıkları yıl ömrünün son baharını yaşamaktaymış, korkunç görüntüsün sebebi de anlaşılmış oluyor böylece. Asalete pek bir önem veren ailenin söylediğine göre ben olmasaydım enişte bey eşinin mirasından faydalanamayacaktı. Zaten kalan dükkân ve evleri tüketmeye başlamıştı çoktan. En çok kırıldığım anlardan biridir; “annen seni hiç istemedi, eşi zorladı almak için” Ulan birinizde deyin ki “kızım biz seni seviyoruz, varlığın çok önemli, asla senden vazgeçmeyiz” saçımı okşayın, o güveni verin bana! Çocukluğumu katlettiniz pezevenkler L İkinci annemin ölümü bende şok etkisi yarattı tabi, kendi annemin ölümü zaten travmaya sebep olmuştu, üstüne evlatlık verilmem ve hiç bitmeyen ölüm dansı tüketti çocuk kalbimi. O yıllarda çocuk psikolojisinden zerre anlamayan zeki! yetişkinler annemin tabutunu açarak kolumdan çekiştire çekiştire yüzüne baktırdılar zorla! Yani iyice amına koydular ruh halimin… Hafızam benim müthiş hafızam onu öylece kaydetti, hala gitmiyor.
  Ölüm olayının başlangıcı şöyle oldu; oralarda yaz çok sıcak geçtiğinden deniz ya da yayla evi dedikleri yerlere gitme modası vardı. Ben o sırada biraz okuyup yazabiliyor, sayı sayıp, papağan gibi Almanca ve İngilizce öğrendiğim kelimeleri tekrar ediyordum. Bir de yayla evinde bol bol temizlik yapıp, altıma işiyordum. Annem çok hastaydı babam onunla hastaneye gitmesi gerektiğini söyleyip, biraz çatlak, temizlik hastası, kedinin intiharından beni sorumlu tutan teyzemin evine bırakmıştı. Bacak kadar boyum, küçük ellerim ve nefretle bakan gözlerimle, her sabah erkenden uyandırılıp kahvaltıdan sonra evi temizlemeye başlıyordum. Önce gırgır denilen tuhaf aletle halıları süpürüp, ıslak bir bezle açıkta kalan parkeleri siliyordum sonra sıra toz almaya geliyordu. Toz alırken birkaç eşyayı kırıp döküyordum haliyle! Tabi ki ceza alıyordum bunun sonucunda. Çatlak teyzem eli belinde başımı bekliyordu, kahrolsun bağzı şeyler, sindirellanın da amına koyayım! Her gece ağlayıp dua ediyordum (gönderildiğim kuran kursunda ki hoca dua etmeyi öğretmiş, Allah’ın görünmeyen bir şey olduğunu söylemişti, kafam allak bullaktı ) Annemin ve babamın gelip beni alması için yalvarıyordum görünmeyen Allah’a “nolur Allam annem gelsin, nolur Allam artık temizlik yapmıyım, nolur Allam yarın çikolata yiyeyim” gibi…çikolataya alerjim vardı, çok yiyince her tarafımda kırmızı kabarcıklar çıkıyordu. Bir sabah duam kabul olmuştu ve kapıya babamın mavi Ford arabası dayandı, sevinçten deliye dönmüştüm, Allah ne güzel bir şeydi duamı az gecikmeli de olsa kabul etmişti! Babam apar topar benle teyzemi arabaya bindirip hiç konuşmadan vınlarken, 2 saatlik yol boyunca teyzem ağladı. Giderken şirinlerin evini gösterdim ilgilenmediler bile (yayla evi olarak tasarlanmış ahşap yapıları şirinlerin evi sanıyordum). Eve gittiğimizde hınca hınç bir kalabalıkla karşılaştım, koşarak odama gittim orası bile başörtülü ağlayan kadınlarla doluydu, çoğunu tanımıyordum. Hep bir ağızdan kursta öğrendiğim dualara benzer şeyler okuyor, insanı deliye çevirecek şekilde bağrınıp yırtınıyorlardı. Saklanacak yer ararken eve tahta bir kutu geldi omuzlar üstünde, sordum salağın biri “annenin tabutu yavrummmm kuzummmm” diye sümüklerini bulaştırarak sarıldı bana. Kapağını açıp annemin yüzünü görme ritüeli (topunuzun Allah belasını versin)  sona eremeden hıçkırıklara boğuldum. Sonra biri akıl etti de kucaklayıp götürdü oradan. Ne mal insanlar var yurdumda yaa! Çocuk halimle dayanması çok güç olayları arka arkaya yaşamıştım ve benden normal olmamı bekliyorlardı. Tüm cenaze hengâmesi bittikten sonra babam beni halama, teyzeme, babaanneme, dayılarıma artık önüne kim denk gelirse, bırakarak zaman kazanmaya çalıştı. Elimde bir çanta o evden o eve gezinip durdum (hala öyleyim). Benim hiç evim olmadı, gezginim ben! En küçük dünya yolcusu… Benim asıl çaresizliğim bundan sonra başlıyor. Türk insanının temel bozuklukları nereden kaynaklanıyor, nasıl şekilleniyoruz, aile yaşantısı ne demek, hepsini irdeleyeceğim huzurlarınızda. Şimdi Ruh’u tamir etme sırası…




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder