20 Nisan 2016 Çarşamba

EVLATLIK ÇOCUKLUK

                            


                  Üreme Birlikleri Koop. A.Ş Gururla Sunar



     Neden ürüyoruz? Kime karşı bu savaş? Üredik ve milyarları buldu nüfusumuz, hiç sordunuz mu niye? İçgüdü, toplumsal hareket, bereket, zevk, hiç öylesine yeşillik olsun diye mi? Cevabınız ne bilmiyorum, ben fazlaca üremeye karşıyım arkadaş! Ben derim ki az olsun öz olsun, doğurup doğurup sokağa atacağınıza doğurmayın, sevmeyecekseniz, sahiplenmeyeceksiniz niye çocuk sahibi oluyorsunuz deli misiniz? Atamız homo erectus (homo erectus demişken aşağıda ki resim de aynı dayım haa! Sizi bilmem ama benim sülale bununla akraba) dinozor ırkıyla bir üreme savaşı başlatıp dünyaya hakim olmuş olabilir, bunu gen kodlarımıza işleyip bugüne taşımızdır belki ama yeter bırakın bence! Kabak tadı verdi sizin çoğalma hırsınız, dünyanın dört bir yanına saçtığınız sperm ve yumurtalarınız yeterince bela açtı başımıza. Yok, illa yapacaksanız biraz özenin, bir Einstein, bir Galileo, bir Mustafa Kemal yapmaya çalışın da bari gözümüz gönlümüz dahi, lider, kumandan, kâşif görsün, insanlığı bir değil on adım ileri taşısın. Tayyip gibi adamları doğurup musallat ediyorsunuz milyonların başına!


 
    Yeterince beyninizi yıkadıysam asıl konuma geçeyim sevgili okuyucu! İlk kardeşimin ölü doğmasından sonra doktorlar obez anneme 1 yıl boyunca doğum yapmasını yasaklamışlardı. Kordon dolanması sonucu ölen minik bebecik, babasının kollarında ebedi istirahatgâhına kadar taşınmış ve defnedilmişti, ben sonradan öğrendim tüm bunları. O sırada biliyorsunuz azap çekmekle meşguldüm, kardeşim anne karnında kendini intihar ettikten sonra bunun yükünü benim omuzlarıma bırakarak cennetine geri dönmüştü. Yıllardır çocuk (öz) hasretiyle yanıp tutuşan bıbıcım benden nefret ediyordu, hatta karı-koca, her şeyden herkesten nefret ediyorlardı. Sanırım bu ölüm onları ucu görünmez karanlık bir tünele sokmuştu, evde matem havası o kadar uzun sürdü ki, kanserden ölen ilk eşin kemikleri çürümeden evlenen çift, sanki orada tutulmayan yası buraya aktardılar. Abarttıkça abarttılar bu olayı, bebeğin ölümüne benim neden olduğumdan tutunda, halalarımın büyü yaptırdığına, x anneannemin bu evliliği kıskandığına kadar türlü dedikodular döndü durdu. Gittikçe çirkefleşen çift kendi aileleriyle de arayı bozdu, annem kardeşine, yengesine, x anneanneme savaş açıp sadece kendisinin haklı olduğunu savundu. Babam halalarıma, amcalarıma, annesine, halen görüştüğü eski eşinin ailesine karşı doğu cephesini kumanda ediyordu, ben bu savaşta tahrip edilmiş birlikler komutanıydım! Yaralıydım ama bırakmıyordum komuta etmeyi, hem anne-babamı hem de evimizi korumaya çalışıyordum düşman birliklerinden. Aha şuradan bir dedikodu geldi gümmm atıyordum el bombasını! Bu taraftan top sesleri yaklaşıyordu hemen siper alıp anti-dedikodu gazı salıyordum! En son dipçikle halamın kafasına vurdum, çünkü en büyük dedikodu komutanı oydu, karşı güçlerin Winston Churchill’i büyük halam yenilgiye uğrayınca, birliklerini toplayıp geri çekildi. Sayemde savaş sona ermişti, beyaz bayraklar asıldı balkonlara J Yok lan şaka tabi, herkes birbiriyle küstü bir de yemin ettiler birbirlerinin cenazesi dâhil hiçbir şeyine gitmeyeceklerine dair. Tanık olduğum kadarıyla gitmediler hakikaten. Olan yine bana oldu, hem çok sevdiğim x anneannemi kaybettim hem de kuzenimi! Kindar annem “bir daha okulda x’le oynamayacaksın, gelip uzaktan izleyeceğim eğer görürsem oradan alır başka okula veririm seni!” Senin ananı sikeyim orospu! Ben sanki götüme kamera takılmış gibi ertesi gün kuzenime gidip “sizinkilerle kavga etti ya bunlar, benim seninle oynamamı yasakladılar ühüüü” dedim. Zavallı kız “olsun biz yine oynarız” dedi ama ben sözümün eriydim, oynamam dersem oynamazdım, mal çocuk J Öğretmene de söyledim sıramı değiştirmek istiyorum diye L Zaten kadın bıkmıştı bıdı bıdı konuşmamızdan, sonra evde olduğu gibi okulda da yalnız kaldım. Teneffüse bile çıkmıyordum çoğu zaman, öyle sıramda oturup ebleh ebleh resim çiziyor, kitap okuyordum. Şapşal bir çocuğun yanına vermişti öğretmenim beni, tembeldi üstelik, yardımcı olmam rica edildi. Bir gözü diğerine göre tuhaftı, o zamanlar yoktu ama şimdinin asi rockçısı Hayko Cepkin’e benziyordu. Bir gün bana sinirlenip kafama metal kalemlikle vurunca intikam almakta gecikmedim; onun resmini çizdim! Ama karikatür gibi komik bir şekilde, ertesi gün annesi okula geldi, ortalığı yıktı! Benim aile terbiyemden tutunda öğretmenin basiretsizliğine kadar bir dizi yaygara koparıp, ocakta bıraktığı yemeğinin başına geri döndü. Bütün sınıf yahni kokusunu almıştık, öğretmenim manyak velisinden yediği fırçanın etkisiyle bana bir darbe indirdi, en arka sıraya (malum tembeller sırası) attı pek zeki bulduğu öğrencisini. Ondan sonra çok geri kaldım derslerden, sebep üst üste yaşadığım olaylar mı yoksa içime kapanmam mı bilemiyorum ama zavallı psikolojim fena zedelenmişti bu dönem…kuzenimi uzaktan izleyip kıskançlık krizlerine giriyordum, kıza günaydın bile demediğim için başka grupla arkadaş olmuş, iki kanka edinmiş gülüp eğleniyordu şirifsiz...









  Yeni bir gebelik haberi duymuştum hem de karşı komşumuzdan! Aradan geçen bir buçuk yıla yakın zamanda her şey aynı boklukla devam etti, sadece anne-babam yeni dostlar edinmişti çıkarlarına göre! Bazısı çiftçi, bazısı tekstilci, tuhafiyeci, doncu, sütçü, tüpçü, kumaşçı, tekel bayii, alüminyum doğramacı (onu bende anlamadım), avukat, metafizikçi ve bir adette kamyoncu tanıdığımız olmuştu. Her tipten, statüden insan evimize girip çıkıyordu, menfaatlerine göre insanlarla samimiyetin dozunu arttırıp azaltıyorlardı, mesela; mevsimine göre çiftçi ailelerle görüşülüyordu, çilek, elma, portakal, muz ticareti yapan adamla karısı bir de perdelere sümüğünü silen oğullarıyla yaz ve sonbaharda samimiyet artıyordu. Sebze ticareti yapanlarla kışın özellikle bağ güçleniyordu ki sera malı yememek için, hem de pazarda pahalıydı. Külot bakımından yine sıkıntı yaşıyordum çünkü üstüme başıma bakılmıyordu ve her gün büyüyordum lanet olası! Don atlet ticareti yapan kadınla ilişkiler belirli düzeyde tutuluyordu, ben yine donsuzdum tabi. Tekstilci adam biraz problemliydi ama olsun, eşofman, tişört, şort ihtiyacı fabrika çıkış fiyatına alınıyordu. Avukat mevzusunu ayrı olarak yazacağım, sütçü aile hem taze süt veriyor hem de kazıklamıyordu ama çok pis kokuyorlardı (insanları koklamak gibi bir alışkanlığım yok, anne-babamın yorumları bunlar). Metafizikçi amcayla deli kardeşi sürekli olarak evde büyü olduğuna inanıp, her yeri çamaşır suyuyla siliyordu J evlerinde ki koltuklar alacalı, perdeler yıkanmaktan haşat olmuş, elleri parçalanmış vaziyetteydi. Bizim evde büyü olduğuna inandırdı mal ailemi, yuvarlak bir masanın etrafına toplanıp hiç kıpırdamadan dua okuduk yere bakarak, tabi ben gülme krizine girip üstüne de dayak yedim… Kurşunda döktüler sonra ama büyü o kadar kalıcıydı ki bilimsel tüm yöntemler denendiği halde (klorlu su, tuz ruhu, kurşun bunlar bize bilimin kazandırdığı şeyler değil mi kardeşim!) başarılı bir sonuç alınamamıştı. Kalıcı makyajın kökeni falan hep buraya dayanıyor bence... En sonunda benim büyülü olduğuma karar verip çamaşır suyuyla yıkadılar ebesini siktiklerim, az kalsın kör oluyordum! Her yerim cayır cayır yandı, hassas tenim kıpkırmızı oldu.  Okulda öğretmenim sorduğunda korkudan bir şey diyemedim, leş gibi çamaşır suyu kokuyordum. Tüm bunlar olurken hamilelik ortaya çıktı işte, bana söylememelerinin nedeni belli, nazardan korumak istiyorlardı veled-i zinayı. Bende hiç takmadım zaten, ilk bebekte olduğu gibi hazırlık falan yapmadım, duyduğum zaman tepkisiz kaldım hatta. Aile çevresinden kimse gelip gitmiyordu, herkesle bağlar kopmuştu, bu sefer ki doğum başarıya ulaşacaktı derken sezaryene karar verdi doktorlar. Ameliyatın olacağı gün beni de götürdüler hastaneye, anneannem, ben, babam koridorda beklerken doğdu minik yavru, çok güzel bir bebekti J Odaya getirdikleri zaman hayran kalmıştım doğrusu, anne ehhh işte baba da fena değil bir yakışıklılığa sahipken bebeğin ultra güzel olması şaşırtıcı bir durumdu. Eve döndüğümüz zaman pek dolanmadım bebeğin etrafında, ilk doğumda ki korkudan olsa gerek, bir şey falan olursa benden olduğu düşünülmesin diye tabi. 


  Bebeğin olması bana ekstra bir sorumluluk yükledi, besleme Ruhtzu! mal Ruhtzu! Senin neyine mutluluk, aile hayatı falan, bok ye sen! Sıkıcı ev ve okul hayatıma eklenen yeni işlerden biri beşik sallamaktı, çocuk ıhh dese “koş Ruhtzu” modundaydık. Ağlamasına asla izin verilmiyordu, erkek olması doğuştan bir statü kazandırmıştı bebişimize. Yalnız, ben ağlamasın uyusun diye çabaladıkça tersi işliyordu (Murphy ananı sikiyim piç) yine! İlk yıl çocuğu susturma, ikinci yıl konuşturma çabaları ile geçti. Büyüdükçe güzelliği arttı yavrucağın, stüdyo fotoğrafını görenler kartpostal sanıyordu. İnsanlara göre tek kusuru geç yürüyor geç konuşuyor, bana göreyse gittikçe zalimleşiyor olmasıydı. Ben sevgi, ilgi gösterdikçe şehzade hazretleri saçlarımı yolmaya, tırmalamaya, tokatlamaya başladı, annesinden ne görürse aynısını yapıyordu. Yıllarca kucağımda taşıdığım bebek büyüyüp benden nefret eden hırçın bir çocuğa dönüşüyordu. Annesi “git vur şu kıza” diyordu, O da gelip vuruyor zevk kahkahaları atıyorlardı karşılıklı. Zamanla küfür etmeyi de öğretti, gayet kaba bir ağızla yaşından beklenmeyecek küfürler savuruyordu, ne demek olduğunu bile bilmeden. Çok sinirlendiğim zaman birkaç kez ben vurdum, etini çimdirdim ama pişman oldum… O bu davranışları yapıyor diye benim de aynı şekilde karşılık vermem yanlış geliyordu, herkes tabiatı neyse öyle olmalıydı bence. Çocuk büyüdükçe benden daha çok nefret etti, ben onu daha çok severken. Zehirli bir bilince sahip annesi, erken yaşta yıkamıştı güzelim çocuğun beynini, şimdi merak ediyorum acaba ne haldedir diye… İkinci bir doğum daha oldu ilerleyen yıllarda, onu da son dakika öğrenmiştim. Yine erkekti ve bu sefer ki benim veledimdi J Gerçek bir prens dünyaya gelmişti, hayatımda hiçbir çocuğu böyle sevmedim. Annesi ilk çocuğa çok düşkündü, öbürüne o kadar ilgi göstermemişti. İkinci velet süt emmeyi bırakır bırakmaz, okulda olduğum zamanlar harici, hep benimleydi. Yanımda yatıyor, anne diye hitap ediyor, bensiz yemek yemiyor, uyumuyor, ne bulursa bana getiriyordu. Yarısı ısırılmış çikolata, saksıdan koparılmış bir çiçek, ben ders çalışırken aşırıp sakladığı silgim, minik bir öpücük, üzgünken tatlı bir sarılış, ağlarken gözyaşlarımı silmesi, oyun oynarken naif davranışları, elimi hiç bırakmayışı… O benim çocuğum olsa bu kadar olurdu, öyle içime işledi ki sevgisi, aramızda şu an asırlar olmasına rağmen tatlı tatlı seviyorum onu uzaktan, hep dua ediyorum. Zamanla bu durumu fark eden anne engel olmaya çalıştı ama başarılı olamadı, küçüğe yakınlaştıkça büyük evladını kaybetme riski doğdu, benden koparmaya çalıştı miniğimi ama öyle sıkı sarılmıştı ki hiçbir güç ayıramazdı güzelimi. Sevgimden mahrum kalan büyük velet (kaybedilen her şeye karşı verilen meşhur çaba) beni tekrar kazanmak için şirinlikler yapmaya başladı, oralı olmayınca kıskançlık hastalığına tutuldu. Ben sonsuz sevgimi verecek yeri çoktan bulmuştum, yer gök yıkılsa tek sarılacağım küçük meleğimdi, ayrılmak zorunda kaldığımızda günlerce ağladım onun için, evin yakınlarına gidip izledim defalarca, özlemimi dindirdim. Heyhat, şair! kalk gidelim buradan, yerimiz yurdumuz başka mekândadır, zaman bendir, ben zaman, hiçlik bendir, ben hiçlik…


  Şimdi biliyorum ki oğlum büyüdü, gurur duyduğum bir delikanlı oldu, onunla ilk tanıştığımda ergen bile değildim. Belki görse hatırlamaz, ben arada açıp bakıyorum fotoğraflarına, başarılı, sevilen, sayılan bir genç. Doğaya düşkün, müzik seviyor, insan, çocuk, kadın, erkek, hayvan hakları savunucusu, kitap okuyor, arada şiir yazıyor, tüm ırklarla kardeş, inançlara saygılı, evreni anlamaya çalışıyor, bilim meraklısı… Sevgili kadın okuyucularım ve tabi bende! Lütfen çocuklarımıza saygı sevgi kavramlarını iyi öğretelim, etrafımızda ki her şeyi sevmeye çalışsınlar, sadece kendi kanımızdan, ırkımızdan olanları değil. Katiller, tecavüzcüler, tacizciler, kindarlar, savaşçı ruhlu çocuklar yetiştirmeyelim, pipilerini her şeyden üstün tutmayalım. Birey olduklarını diğer bireylerin haklarına saygılı olmaları gerektiğini hep hatırlatalım. Herkes evladının başarılı olmasını ister, bunun temeli tam olarak yukarıda bahsettiğim yaşlara dayanıyor, 0-3 yaş arası bebelerimize sevgi ve güven duygusunu fazlasıyla hissettirelim, sonra güzel ahlakı, saygıyı, mesleği, dini, bilimi her şeyi öğretmemiz kolaylaşacaktır. Gerisi Tanrı’ya kalmış… Ben çocukların cezalandırılması taraftarı değilim, siz sevginizi tam verirseniz, iyi eğitirseniz olması gereken olur zaten. Zalim de olacaksa alim de olacaksa sonuç değişmez ya da bilmiyorum değişedebilir.  En azından iyi bir insan olmasını garantilersiniz, başarısız olsa da sevin, öpün, koklayın, şans verin...oldu, bye :)


 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder