Everin
Beni Sendromu!
Lanetli çocuk Ruhtzu geçtiği yerlere ölüm
tozunu serpiştirmeye devam ediyordu, gömdüğüm ikinci annemden sonra sıra üçe
gelmişti ki dörtlediğimi tahmin edersiniz. Asil hanımefendi ölüp taşralı
bıbıcım kendini toparladıktan sonra aile, eş dost çevresine evlenmek istediğini
bildirmişti, adam galiba seks manyağıydı! Bu bahsettiğim süre 3 ay gibi kısa
bir zaman dilimi, insan bari göstermelik olsun 1-2 yıl yas tutar ulan ayı! Ben
o sırada okula başlamıştım, her zaman okulu çok sevdim, galiba birinci sebep;
mutsuz olduğum evden kaçış, ikincisi; bilgi kaynağı (en azından birkaç yıl)
olmasıydı. Yeni evime ilk gittiğim zaman dikkatimi çeken şeylerden biri dev
vitrin ve boydan boya dizili kitaplardı. Cahil takımından olduğu aşikâr babam
(kurt işareti yapanların komünist olduğunu iddia ediyordu!) bu zayıflığını
gizlemek için fazlasıyla özen göstermişti. Hiç birini okumamıştı, çünkü
okusaydı bana Rus-Osmanlı savaşı için önerdiği kitabın, iki Polonyalı fahişenin
hayat hikâyesini konu edindiğini bilirdi. Tamam, yazar savaş sahneleri
anlatmıştı ama dört yüz sayfanın üç yüz doksanı kadın-erkek ilişkileri ve seks
pozisyonları üzerineydi. Tabi ki de hepsini okudum J
Okul evimize
yakın fakat yolları bir çocuk için tehlikeliydi, ilk zamanlar babam kendi
eliyle götürüp getirdi. Sonra bundan sıkılmış olmalı ki komşu abi ablalara emanet
etti. Sürekli geç kalıyordum! Sabahçı öğlenci sisteminde okuyanlar bilir, geç
kalkılıp kahvaltı edilir, o arada varsa çizgi film izlenir (yüzlerce kanalın
olmadığı fakir dönemler), şanslı bir çocuksanız öğle yemeği bulur, yer ve okula
yollanırdınız. Ben bu sürenin tamamını çizgi film izleyip oyun oynayarak
değerlendiriyordum, kapıya okullu, düzgün aile çocukları dayanınca, önlük
giyme, çanta toplama, yaka arama kaosum başlıyordu. İki öğün yemek yediğim pek
nadirdi, kahvaltıyla okula gidip, verilen harçlıkla kantin denilen,
penceresinden sipariş verdiğim ki o hizaya çenem ancak geliyordu, yerden
karnımı doyurmaya çalışıyordum. Doyduğum söylenemezdi çünkü aldığım şeyler
jelibon, topitop, bonibon, sulugöz sakız, tadelle, tipitip sakız, balık veya
çubuk krakerdi. Çok bonkördüm! Parası olmayan arkadaşlarıma da ısmarlıyordum.
Harçlıklar ‘bir simit’ parasına indirilip ekonomim bozulunca bıraktım. Sevindirici
diğer bir olay da en sevdiğim kız kuzenimle aynı sınıfa denk gelmemizdi. Boy
ölçümüz, yaşımız, önlüklerimiz birdi, el ele tutuşup pıtı pıtı teneffüse
çıkıyor, kantine gidip alışveriş yapıyor, musluklara ağzımızı dayayarak su
içiyor, ip atlıyor, saklambaç ve kovalamaç oynuyorduk. Çok mutluyduk azizim,
bir daha öyle eğlenmedim hayat boyu… Öğretmenimiz eli maşalı, otoriter ve çok
güzel bir kadındı, 8 yıllık sisteme geçmeden önce 4 yıl o okuttu bizi.
Ayrımcılık yapması dışın da ki 4. senemizde bizi bırakmasının sebebi oydu, iyi
bir öğretmendi, hem sever hem korkardık. Okuma yazmayı zaten biliyordum,
ukalalığımdan dersin ortasında zıplıyor “Be diye okunuyor ama yanında e yok”
diyordum. Kadın bıkmıştı benden. Evde anne olmamasının verdiği düzensizlikten
dolayı okula saçım dağınık, önlüğüm kirli ya da yakam unutulmuş olarak
gidiyordum. Öğretmenim bir gün not yazıp defterimin arasına koydu “annene ver
bunu” dedi, yutkundum! “2 annemde öldü” diyemedim… Akşam babam ders çalıştırmak
için defteri açınca gördü “okulda ne oldu Ruhtzu” diye sordu “bilmem” dedim.
Ertesi gün benimle o da geldi okula, en ön sırada oturuyordum…
Öğretmen- “bu çocuğun hali nedir beyefendi?”
Babam- “Hocanım annesi yeni öldü, ben baş edemiyorum!”
Öğretmen- “Yazık etmeyin çok zeki bir kız, biraz ilgiyle
daha da başarılı olur”
Kadın acıyarak
baktı bana (özenli hafızam kaydetti yine, ilerde acı çekmek için yeterli
materyalleri topluyordu), babam kendini savunacak birkaç cümle daha kurdu,
sonra gitti. Gidiş o gidiş! Bir daha asla adım atmadı okula, hiçbir toplantıya
ya da etkinliğime gelmedi, bahanesi de hazırdı “her geldiğimde para
istiyorlar!”. Adam hayatını PARA üzerine inşa etmişti, bu yüzden ne kadar
kırıldığımı hiç fark etmedi. Bu arada tüm eğitim masraflarım Alman hükümeti tarafından
karşılanmıştı. Annem orada çalışırken hastalanıp emekli olduğundan kanun çocuklara
böyle bir hak tanıyormuş, yıllar sonra öğrendim. Ücretsiz evlatlıktım…
Sosyal hayatım
renklenmişti o dönem, alt komşunun benimle aynı yaşta olan kızı sokağa çıkınca
zile basıp beni de çağırıyor, izin koparırsam iniyor, mahallenin diğer
çocuklarıyla akşama kadar kuduruyorduk. Kuzenim sık sık onlarda kalmam için
dayısını ikna ediyor, çapkınlık turlarında olan bıbıcım hiç hayır demiyordu, bizde
yaşlı ve namazına niyazına pek düşkün babaannemi deliye çeviriyorduk J Anlatmayı
unuttum! İsim krizi yaşıyordum. Eve ilk geldiğim zaman asil hanımlar babaanneme
ait ismimi beğenmemişler, o yılların popüler adlarından birine karar verip “artık
seni böyle çağıracağız” demişlerdi. Zaten buz gibi soğuduğum biyolojik ailemi
unutma çabama destek vermişti bu olay, madem yeni aile, yeni ev o zaman yeni
isim, yeni kişilikti. Sevmiştim adımı, yalnız gayet üşengeç olan anne babam
mahkeme sürecinden sonra çıkarılan yeni kimliğime, bu pek beğendikleri ismi
ekletmemişlerdi (yıllar sonra ben yaptım bu işi). Dolayısıyla okulda başka evde
başka bir isimle çağrılıyordum, hatta okulun ilk günü “benim adım bu değil” diye
ağlamıştım. Al işte, apaçık kişilik bölünmesi vakası! İsviçreli bilim adamları
beni incelesin, kobay olmaya adayım! Sağlam temeller üzerine oturmayan
karakterim yalan (beyaz) gibi kaygan bir zemini tercih etmişti. Eğitim hayatım
boyunca rol yapıp, yalan söyledim, kendi kendime bir oyun icat etmiştim; ‘mutluluk
numarası’ diyordum adına. Zor değildi, sadece -mış gibi yapıyorsunuz o kadar!
Evin içinde ölesiye mutsuz, yalnız ve öfkeli, okulda ise canlı, enerjik,
oyunbaz, havalı bir kızdım. Bir gün herkes gerçeği anlayacak (öğrenen
arkadaşlarım oldu) diye bunalıma giriyordum. Geçen yıl psikoloğa sordum bu
durumu “hangisi gerçek benim” diye… “hepsi sensin, tüm bunlar seni bugüne,
buraya çıkardı ve hassas, bilinçli, vicdanlı, ukala J iyi
bir insan olmanı sağladı, kötülüğü ve iyiliği bir arada gördün, seçim şansın
olduğunu anladın” dedi. Muhteşem bir insandır kendisi, çok mutluyum ona hikâyemi
anlattığım için, öperim J
“Nereden
başlanırdı anlatmaya ve halen yaşanmakta olan bir hikâye nasıl sona ererdi?”
Sınıfta başarılı öğrenciler arasındaydım,
kuzenimle en ön sırada oturyor, bidi bidi her şeyi konuşuyorduk.
Kuzen- Sen nasıl dünyaya geldiğini biliyor musun?
Ben- Evet, geçen gün sordum babama ‘çingeneden almışlar’
beni (kız şok!). Sen nasıl gelmişsin?
Kuzen- Beni leylek diye bir kuş getirmiş (ben şok!)
Ben- aaa uçarak mı gelmişsin? (o sırada çok mantıklı
geliyordu bu soru)
Kuzen- Evet J Ayşegül’le
ip atlayalım mı teneffüste?
Ben- Iıh istemiyorum mızıkçı o J J
Zeynep’le oynayalım.
Kuzen- Zeynep’in kurdelesi çok güzel, Merve’nin külodu
mavi, Tolga saçımı çekti, Oğuz silgimi çaldı diye diye gidiyordu bu olaylar…
Evde ki durumlar
aynıydı fakat bir hareketlenme söz konusuydu. Hala ve amcalarım daha sık gelip
gidiyor, iyi sayılabilecek bir mirasa konan kardeşlerini ve tatlı, minik
yeğenlerini yalnız bırakmıyor, ailece yemekler yeniyor, yatıya kalınıyor, VHS
kasetlerden Şaban filmleri izleniyordu. Yarım bıraktığım din eğitimim devam
etmekteydi, halalarım arada namaz kıldırıp dua ezberletiyorlardı. Orta yaşını çoktan
geçmiş zengin dul bıbıcıma uygun eş adayları aranmaktaydı. Küçük halam (lakabı
Hacıana’ydı) bu konuyu iş edinmiş, titizlikle belirtilen kriterlerde ki
kadınları araştırıp, kendine yakın bulduğu aday adaylarını överek abiciğine
fikir veriyordu.
Halam- Hanife’nin kızı var bizim kasabadan, hiç
evlenmemiş, eline erkek eli! değmedi diyorlar (nasıl ürüyor lan bunlar), beş
vakit namaz niyaz, bir yemek yapıyormuş var ya herkes övüp duruyor.
Babam- O olmaz, kardeş gibi büyüdük nasıl karım diyeyim (hâlbuki
kadın ölesiye çirkin, evde kalmış)
Halam- hımm Muhterem teyzenin yeğeni var, şimdi sen onu
da istemezsin! Oysa güzel hanım bir kız.
Babam- Yaşı küçük onunda (karı 180 kilo)
Halam- Ohooo armutun sapı üzümün çöpü derken kimseyi
bulamayacağız, Derya’nın kız kardeşi var.
Babam- Arap uşağı onlar, istemem (onu tanımıyorum).
Halam- Abi bu çocuğun bakıma, senin çekip çevrilmeye
ihtiyacın var. Biraz makul ol, Suna abla biri var diyordu, bizim oralıymış hiç
evlenmemiş. Yarın ablamla gidip bakacağız.
Babam- Tamam bakın, bana da haber verin. Olursa bir çaya
yemeğe çıkalım, bende tanıyım kimmiş neymiş!
Ders
çalışıyordum bunlar konuşulurken ve son huzurlu günlerimi yaşadığımın farkında
değildim. Hala geceleri altımı ıslatıyor, din ve ölüler üzerine çocuklar
arasında yaptığımız konuşmalar yüzünden korkunç kâbuslar görüyordum. Babam gece
çığlıklarıma koşup geliyor, ıslak yatağımı görünce ne yapacağını şaşırıyordu.
Konforlu bir evdi aslında, çamaşır makinesi, bol miktarda havlu, çarşaf, yatak
takımı vardı (annemin çeyizleri duruyordu hala). Ama yapmasını ikimizde
bilmiyorduk, markasına hep hayret ettiğim (Bosch) çamaşır makinesini asla
çalıştıramamıştık. Halalarım temizlik yapmaktan bıktı bir süre sonra, babaannem
arada geldi ama sonsuzluk derecesinde pasaklı bir kadındı, işler daha da
karıştı. Cimri bıbıcım eski eşinden kalan malları kimseye koklatmıyor, zaten
çalışmayıp hazırdan yiyor, satıp savıyordu dükkânları, arsaları. Bir gün iş
bilir halam (ağzına yüzüne deri pantolonlular işesin) müjdeyi verdi; tam
istenilen kriterlerde bir kız! bulunmuştu, tek kusuru biraz kilolu (120 civarı)
olmasıydı, boyu posu (150 cm) yerli yerindeydi. Anam bunların güzellik algısı
bozukmuş o sırada. Gidip görmüşler, yüzü güzel, hamarat, dikiş bilen,
erkeksizlik canına tak etmiş J,
bir köylüydü. ‘Everin beni’ diye neredeyse cami hoparlöründen yayın yapacak kıvamda
ki babam, ne hikmetse beğenmişti kadını. Mankenle falan evlenir sanıyordum, o
derece önem veriyordu fiziğe güzelliğe. İki düz duvara tırmanma sendromlu insan
Allah’ın izniyle tanışıp sevişmişlerdi, tasası Ruhtzu’na düşmemeliydi ama
düştü. Onların evliliği beni çocukluğumdan aldı ve buraya getirdi, size bunları
yazmamın sebebiydi. Bugün oturup yazdığım her şeyin, benim ben olma hikâyemin
miladıdır o nikâh. Yine geleceğim…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder