1 Mayıs 2016 Pazar

EVLATLIK ÇOCUKLUK

    


             Koynumda Yılanlar!



     Bir yere bakıyorum bir göğe… Dağlar karmaşık duruyor, birbirlerine omuz vermişler sanki. Heidi’yi çok severdim biraz onun gibi hissediyorum burada ama o kadar şanslı değilim. Heidi’yi bile kıskanacak durumdayım, Polyanna’yı taklit ederek hayatımı sürdürüyorum. Başka seçenek yok şimdilik, bazı şeyleriniz az olduğunda onunla yetinip mutlu olmaya çabalarsınız, çok olduğunda da çabalarsınız, hayat! yağlı kazıktan hallice… Annemin doğduğu kasabadayız, Allah belamı iki katına çıkardı, çok zor burada yaşam; göt kadar evin içinde dede, anneanne, anne, baba, iki kardeş, ben, arada şehirden gelen dayılar, yengeler, kuzenler nefes almaya çalışıyoruz. Su yok evlerde, elektrikler kesiliyor sürekli, yolların tamamı toprak, keçi yolu gibi patikalar var. Yolda gördüğüm her hayvandan korkup kaçıyorum, koca koca öküzler, koçlar, çılgın horozlar, kafa atan keçiler vs... İnsanlar bir garip zaten hepsi birbiriyle akraba ve bence bu yüzden çirkinler, arada özürlü doğanlar olmuş yine de çocuk yapmayı ihmal etmemişler, bu sefer 6-7 tane sakat çocukları olmuş. Manyak bunlar cancağızım! Mesela bir çocuğun kafası vücuduna göre oldukça büyük ama farkında değil, başka bir ailenin tamamı üşütük, yabancılara saldırıyorlar, başka birinin kamburu var, çocukların ikisi kambur diğerleri aptal, bazısının kolu kısa bazısının bacağı, neredeyse tamamında zekâ geriliği var. Hepsini inceleyip iletişim kurmaya çalışıyorum, bana değişik geldikleri için onları kırmadan anlamak istiyorum. Vücut olarak tüm insanlardan farklı olmak ne hissettiriyor acaba? Saldırgan olanlardan korkuyorum doğal olarak, hatta çocuk bir keresinde yolda kıstırdı beni, yaralamadı sadece vurdu ama çığlık çığlığa eve kaçtım. Bir çocuk kolumda ki saate taktı kafayı, 25 kere sordu ‘saat kaç’ diye her seferinde söyledim bıkmadan! Ama en sonunda ‘pili bitti’ deyip kandırdım yoksa bende salaklaşacaktım. Çocukların hepsi kasabada ki okula gidip hiçbir şey öğrenemiyor ama camiye gidip sürekli namaz kılıyorlardı. İbadete çok önem veriyordu halk, bizde evde toplu namaz seansları yapıyorduk, günah olduğu için dışarı kız verilmiyor (aşık olup kaçanlar evlatlıktan reddediliyor) sürekli akraba evliliği yapılıyor, kızlar 15-17 yaş aralığında evlenip hemen çocuk doğuruyorlardı. Ramazan ayına denk geldiğim zamanlarda oruç tutmayan kimse görmedim, çoluk çocuk hepimiz akşama kadar aç biilaç tepinip su taşıyorduk. Bildiğimiz su! Hani evde musluğu açınca şakır şakır akan, kesilince bir böbreğimizi kaybetmek kadar bize koyacak su! Çeşmeden bidon ve kovalarla eve taşınıyor, musluklu teneke kaplara boşaltılıyor, çabucak tüketiliyor yine çeşmeye gidiliyordu. Gitmek 5 dakika geri dönmek 10 dakika sürüyordu çünkü elinizde ağırlığı dört beş litreyi bulan kap oluyordu. Temizlikten tutun da yemek yapmaya, yıkanmaya, içmeye kadar her yerde kullanılan suyun evlerde olmaması beni en çok şaşırtan şeydi bu Allah’ın dağında. Baya dağ yamacına kurulmuştu boklu kasabamız, her taraf yokuş, toz toprak içindeydi. Can sıkıcı diğer bir olay televizyon kanallarının çekmeyişiydi, uydu teknolojisinin henüz emekleme dönemiydi ve oldukça pahalıydı o zamanlar. TRT’nin devlet televizyonu olmakta ısrar edip, sürekli haber ve sanat müziği yayını yaptığı yıllardan bahsediyorum. Kısıtlı saatlerde çizgi film vardı ve asla yakalayamıyorduk, Brezilya dizileri niyeyse öğlen veriliyordu! belki sadece ev hanımları düşünülmüştü. İnsan biraz da çocukları düşünür be pezevenkler, Zeki Müren dinlemekten gamlı baykuşa dönmüştük hepimiz (şimdilerde bayılıyorum dinlemeye), rakı içmiştim bir gün kazayla ama o yaşta içkiye başlasam sebebi bunlar olurdu. Zaten rakıyı yanlışlıkla kafama dikmiş, dilime acı tadı gelince ‘su dura dura bozulmuş’ deyip lavaboya boşaltmıştım! Tabi ki dayak yedim… Şehirde izlediğim özel kanalların hiçbiri yoktu (star, kral, kanal 6, Show tv, Flash tv J, kanal d, atv) akşamları erkenden yatıyorduk, tavuklar kümese girince uyku vaktimizin geldiği anlaşılıyordu. Zaten acayip bir cimrilik söz konusuydu evde, suyu ben taşıyordum ama kullanımı burjuvaya aitti. Tuvalete girip çıkınca el yıkamak normal bir davranıştı bana göre ama anneannem gelip ‘niye her seferinde elini yıkıyorsun, su bitiyor’ dedi! ‘ben taşıyorum zaten’ dedim, tokadı yedim. Demek ki kıçını yıkamıyordu bu kabilenin insanları! Elektrik olduğu zamanlar açık unutulan bir lamba sonu gelmeyecek tartışmalara sebep oluyordu. Ev iki katlıydı ve yapısı biraz tuhaftı, pek güneş görmeyen mutfağın penceresi inadına minicik yapılmış gibiydi. Kış aylarının diz boyu karla geçirildiği dağlık kasaba da sofa denilen yerden balkona çıkılıyordu ve kapısı yoktu. Bir odadan diğerine koşarak geçiyordum, her koşuşumda ev temelinden sarsılıyordu ve ben taş çatlasa 25 kiloydum. Balkonun evden kopup kendini dağa taşa salması an meselesiydi, yüz kilonun üstünde olanlar oraya ayak basmayarak hayatta kalıyordu. Ev değil survivor amına koyim! Yılmaz Morgül bile 3 günden fazla dayanamazdı J Bir de yemek kıtlığı çekiliyordu, aslında her şeyden bol bol vardı ama insanlar cimrilik kısmını abartmıştı biraz. Kahvaltı olarak iğrenç tatlı keçi peyniri, zeytin ve yufka ekmek bazen pişi tüketiliyordu. Arı kovanlarında petek bal, çeşitli reçeller, bahçede domates salatalık olmasına rağmen onları sofraya koymayıp, yatak odası olarak kullanılan yerdeki gömme dolapta saklıyorlardı. Tereyağını kendileri yapıyordu, tavuklar her gün yumurtluyordu (kümese girip topluyordum), meyve ağaçlarının tamamı vardı ama bunların hiçbirini tüketmiyorduk. Bazen dayılarım gelince açtırıyordu petek balı falan ama dedem o kadar kızıyordu ki kimse yemeye tenezzül etmiyordu. Kendi de yiyemeden öldü zaten! Buğday ticareti yapıyorlardı baba ve en küçük oğul, diğerleri şehre kaçmıştı, despot bir adamdı, ota boka kızıyordu. Meyveler olgunlaşınca toplanıp reçel yapılıyor ya da komposto için kurutuluyordu, toplanırken yiyebildiğimiz kadar yiyorduk, yumurta ve tereyağı en pahalı fiyattan kasabalıya satılıyordu gördüğüm kadarıyla. Öğle yemeği bulgur pilavı ekmek, akşam yemeği sebze ve bulgur pilavından oluşuyordu çoğunlukla. Kurban bayramı dışında et tüketmiyorlardı, hayvanı kesip üç beş kişiye dağıtıyor kalanını zaten kalabalık olan aile fertleri bir oturuşta yiyordu. Biz çocuklar alnımızda kırmızı kan lekeleriyle sağa sola koşuşturup yarım ekmek arası kavurma yiyorduk her bayram. Kasaba halkı birbirini pek sevmiyordu ama bu aileye ayrı bir gıcıkları vardı. Zamanında karıya kıza çok yürüyen despot ve cimri dedem, at üstünde yalnız kovboy misali gezip, civar köyler dâhil ünlenmişti. Çapkınlıkta tabi! Atlamadığı kadın kalmadığı gibi eve ikinci eşi getirmiş, üç çocuk doğurtup baba evine geri yollatmıştı zavallıyı. Benim mal annem bunları gururla anlatıyordu ‘benim babam şöyle ağaydı, böyle çapkındı’ diye, sanki kendisi kadın değilmiş gibi. Dedemin bu meselelerden dolayı çok düşmanı vardı, evden çıkıp sağa sola gidemiyordu korkudan. İnsan ailesinde ne görürse o normal geliyor, anlattığım her şey benim için anormallik derecesindeydi. Fakir olabilirsiniz, tek yemek çeşidiyle doymak zorunda olduğunuz zamanlar olabilir, parasız kalabilirsiniz ama bunların yaptığı gibi çocuktan, komşudan zaten bol bol olan nimetleri esirgemek nedir yaa. Cimrilik hepimiz de vardır, ben bile yapıyorum kimi zaman. Benim orada bulunduğum yıllar içerisinde tüm bu nimetlerin nasıl yok olduğunu anlatayım da bu huyumuzdan bir an önce vaz geçelim…



   Yemeye içmeye pek düşkün olan bıbıcım, artık yaz tatillerinde sürekli gittiğimiz kasabada cimri kaynatasıyla aynı evde yaşama muhabbetinden sıkılmış olmalı ki paraya kıyıp oradan ev aldı. Ev dediğim de yıkık dökük bir yer, üzüm bağının içinde ahırdan biraz büyük, taş bir virane. Sıfırdan yaptırsaydı daha ucuza gelirdi, o evi oturulacak seviyeye getirmek epey zaman aldı. İki oda, mutfak, küçük bir sofa, geniş terasa sahip yapının manzarası gerçekten çok güzeldi, bayılırdım orada gün batımını izlemeye. Zeytin ve kavak ağaçlarıyla çevrili, bağın ortasında kalan evimiz şirin bir yapıya dönüşünce, şehir dışında olan yazlığımızın eşyalarını oraya taşıdık, yazlığı da boş durmasın bari üç beş bir şeyler getirsin diye kiraya verdik. Yalnız bu kasaba evinin tek kusuru vardı, bana göre dünyanın en korkunç kusuru tabi; yılanlar! Üzüm bağının yılanları çektiği söylendi ama bir ara o kadar çoğaldı ki yılanların öcüne döndü ortalık. En çok korktuğum hayvan cinsi olduğunu söylememe gerek yok herhalde. Nereye elimizi atsak sinsi sinsi akıp geçiyordu, siyah renkli olanlar aile üyelerimiz arasında yerini almıştı. Ben çocukça oyunlar oynarken bağda bahçede önüme çıkıp korkudan ölme seviyesine getiriyorlardı. Bir gün en fenasıyla karşılaştım; bizim mallar yakınlarda olan başka bir kasabaya alışverişe gitmişti, evin işlerini yapıp televizyon karşısına geçtim. Zaten az olan kanallarda bir şeyler izlemek için aranırken bir hışırtı duydum, sağa sola baktım bir şey yok. İzlemeye devam ettim, hışır hışır… Bakıyorum koltuğun altına, masanın oraya bir şey yok, hış hış hış… En sonunda kafamı kaldırıp tavana bakınca lanet yaratıkla karşılaştım, beyaz karnı yeşilli kahveli rengiyle geziniyordu. Kalın ve uzun gövdesini görünce donup kaldım yerimde, birazdan aşağı düşüp sokacaktı götümden, bende eşekler cennetine ön kayıt yaptıracaktım. Tavan önceden topraktı, üzerine beton dökülmüştü fakat hala toz yağıyordu aşağıya, bunu önlemek için muşambadan bir örtü çakılmıştı ahşaptan olan iç kısmına, yılan kardeşimiz karnını bu örtüye sürte sürte gezerken ayak uçlarıma basarak dışarı kaçtım! Ağlayarak yakında oturan dayımın evine koştum, yengem beni çok severdi, cesur bir kadındı ben ‘evde yeşil yılan var’ diye haykırarak gelince kocaman bir odunu kaptığı gibi koşmaya başladı. Siyah olanlar ne kadar zararsızsa yeşiller bir o kadar tehlikeliydi, sokunca dağ gibi insanları bile kısa sürede öldürecek zehre sahiptiler. Hayvanoğluhayvanı ürkütmemek için eve sessizce girdik, hala yatıyordu aynı yerinde pislik şey. Yengem yavaşça odunu vücuduna dokundurunca birden hareketlendi, ok gibi fırlayıp gözden kayboldu. Sıçmıştık! Allah bilir nereye saklandı, artık çağırsan bile gelmez, gece mi ortaya çıkar yoksa biz yemek yerken üstümüze mi atlar bilemezdik. Moralim sıfırın altında eksi beşti, yengem ‘evde durma bize gel’ deyince kabul ettim ama geceleri o odada yatıyordum, sabaha koynumda beyaz-yeşil yılanla uyanmam kaçınılmazdı. Tabi onu orada görmüş olmak geceyi uykusuz geçirmek için yeterliydi, hatta tüm geceleri… Akşama doğru kabilenin diğer üyeleri gelince durumu anlattık, iş bilir annem evin etrafına kükürt dökerek sorunun çözüleceğini söyledi. Ödü bokuna karışan babam o gece orada kalmayalım dediyse de kadının tuhaf bir inadı ve sinsice planları vardı! Göz göze gelince anladım, tam olarak soluk yeşil rengine bakarken açık etti planını; ben gece o odada yatacaktım! Çinliler işkenceyi icat ederken üstatlık yapan üvey annem hiç bozuntuya vermedi, herkes evine dağıldı ve ben korkudan tir tir titremeye başladım. Dünyaya beni niye gönderdiğini hala anlamadığım yüce Tanrı ek olarak elektrik kesintisi de yaptı o akşam. Artık trafodan mı kurumdan mı Tanrı’dan mı kaynaklanıyordu bilemem ama ev halkı erkenden odalarına çekildi, bana da ‘yat burada gitti artık yılan bir daha gelmez’ dedi kaltak, koltuğa oturup tespih böceği gibi tortop oldum, beklemeye ve bildiğim tüm duaları okumaya başladım. Çıt duysam sıçrayıp etrafı araştırıyordum, ay ışığı odayı biraz aydınlatıyordu neyse ki, uyku denilen illet yakama yapıştı tabi bir süre sonra. Arada dalıp tekrar uyandığım oldu, hem yılanla ilgili korkunç hayaller kurmaktan hem de korkudan zihnim allak bullaktı. Yorgunluktan uyuyakaldım tabi, direnmek boktan bir çabaydı bazen ne yaparsanız yapın olmuyordu, teslimiyet en iyisiydi. Nasıl sabah oldu anlamadım sanki sadece 5 dakika uyumuş gibi yorgun uyandım, ayakucumda bir ağırlık vardı kafamı kaldırmamla gördüm onu! İnce yorganımın üstünde yatıyordu öylece, canlı mıydı anlamak imkânsızdı, beni sokmuş muydu ölecek miydim diye hızlıca düşünüp çığlığı bastım, o kadar çok bağırdım ki komşu kasabadan yardıma geldiler J. Anne babam koştu, babam görür görmez kendini can havliyle dışarı attı arkasından annem de çıktı, gözyaşlarımdan görebildiğim kadarıyla komşu bir teyze çengel gibi bir şeyle yılanı aldı üstümden sonra gelip su içirdi bana. Ne oldu anlamadım su içtiğimi hatırlıyorum en son, sonra baş ağrısıyla yatağımda uyandım yine, hafifçe gözlerimi aralarken kulaklarım da devreye girip şu sözleri duydu: ‘kız öldü mü yoksa, bir baksana’ adam kadına diyor, kadın cevap veriyor ‘ne ölmesi ayol dokuz canlı ona bir şey olmaz’. ‘kalk kız öğlen oldu hala yatıyor’ bir yandan da umutla bakıyor belki ölmüştür diye, gözlerimi aralayıp yakalıyorum, ‘yaşıyorum’ diyorum içimden orospu hala ölmedim yaşıyorum. Sizin vicdanınızı gelmişinizi geçmişinizi aç gözünüzü sikeyim!


     Yılan ölmüştü, bense uzun süre uyku sorunu çektim, çok zor dalıp sıçrayarak uyanıyordum. Yıpranacak bir psikolojim kalmamıştı ama kâbuslarıma yılan figürü eklenmişti. Yıllarca başrol oldular, kâh ayaklarıma dolandılar kâh boynuma hatta bir keresinde yanımda uyuyan kardeşimin kolu üzerime düşünce ortalığı yıktım ‘yılaaaaaan’ diye. Sonra yavaş yavaş tedavi ettim o yarayı da…



     Haa size cimriliğin zararlarını aktaracaktım, şöyle ki; hali hazırda sahip oldukları nimetleri, çocukları dâhil kimseyle paylaşmayan aile, zamanla yapayalnız kaldı. Onların cimri ve haset oluşundan yorulan evlatları daha az ziyaretlerine geldi, tavuk-bahçe kavgasına tutuştukları komşuları bıkıp birer birer kasabanın yeni yapılaşan tarafına taşındı, yıkıntıların içinde sadece onlar kaldı. İyice yaşlanıp güçten düşen anneanne-dede meyve sebzeyi toplatacak evlat, işçi, çoluk çocuk bulamadı çünkü kimsenin parasını ödemiyorlardı, kendileri de toplayamayınca olgunlaşan meyveler dökülüp ziyan oldu, yiyemedikleri sebzeler dalında kurudu. Hayvancılık yapmaya başlayan en küçük oğul zaten zor yetişiyordu kendi işine, buğdayların biçilme zamanı geçti mahsul tarlada yandı bitti. Tarlalarını sürdürecek bir tane traktör bulamadılar kimse bulaşmak istemiyordu bunlara, bu sebeplerden tarla bağ bahçe zamanla satılmaya başlandı. Tabi bu saydıklarım yıllar içinde oldu, karı-koca evin içinde, dolaplar bomboş, ıssız, yalnız kalakaldılar. Zaten evden çıkmayan dedem kafayı üşüttü, bayramdan bayrama evlatları gelirse geliyordu, biz her yaz gidiyorduk zaten, ilk başta benden nefret ederken ömürlerinin son deminde sularını taşıyan, ekmeklerini alıp yemeklerini pişiren ben oldum helali hoş olsun. Bugün olsun yine yaparım, onları yıkadım, anneannemin bembeyaz saçlarını ördüm, dedeme çorbasını içirdim, son zamanlarını yarı deli yarı akıllı geçirip bu hayata veda ettiler. Bolluk zamanında mutsuzlardı darlık zamanında hem yalnız hem mutsuz oldular, yani cancağızım; iki taneyse birini ver, az deme paylaş, çoğalır o, hiç mi verecek bir şeyin yok sevgini ver emeğini ver, bir çocuğun başını okşa, bir insana içtenlikle gülümse, yargılamadan dinle, dua et, gücüm yok deme var, kalp odacıklarımız sevgi, aşk, merhamet dolu, dopdolu… Başınıza bir şey geldiğinde boşuna ağlamayın o durumu siz çağırıyorsunuz, kıskançlık, cimrilik, kibir, iftira, yalan bir yerlerinizden çıkıyor acıta acıta J J





   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder