Koynumda Yılanlar!
Bir yere bakıyorum bir göğe… Dağlar karmaşık duruyor,
birbirlerine omuz vermişler sanki. Heidi’yi çok severdim biraz onun gibi
hissediyorum burada ama o kadar şanslı değilim. Heidi’yi bile kıskanacak
durumdayım, Polyanna’yı taklit ederek hayatımı sürdürüyorum. Başka seçenek yok
şimdilik, bazı şeyleriniz az olduğunda onunla yetinip mutlu olmaya
çabalarsınız, çok olduğunda da çabalarsınız, hayat! yağlı kazıktan hallice… Annemin
doğduğu kasabadayız, Allah belamı iki katına çıkardı, çok zor burada yaşam; göt
kadar evin içinde dede, anneanne, anne, baba, iki kardeş, ben, arada şehirden
gelen dayılar, yengeler, kuzenler nefes almaya çalışıyoruz. Su yok evlerde,
elektrikler kesiliyor sürekli, yolların tamamı toprak, keçi yolu gibi patikalar
var. Yolda gördüğüm her hayvandan korkup kaçıyorum, koca koca öküzler, koçlar, çılgın horozlar, kafa atan keçiler vs... İnsanlar bir garip zaten hepsi birbiriyle akraba ve bence bu yüzden
çirkinler, arada özürlü doğanlar olmuş yine de çocuk yapmayı ihmal etmemişler, bu
sefer 6-7 tane sakat çocukları olmuş. Manyak bunlar cancağızım! Mesela bir
çocuğun kafası vücuduna göre oldukça büyük ama farkında değil, başka bir
ailenin tamamı üşütük, yabancılara saldırıyorlar, başka birinin kamburu var,
çocukların ikisi kambur diğerleri aptal, bazısının kolu kısa bazısının bacağı,
neredeyse tamamında zekâ geriliği var. Hepsini inceleyip iletişim kurmaya
çalışıyorum, bana değişik geldikleri için onları kırmadan anlamak istiyorum.
Vücut olarak tüm insanlardan farklı olmak ne hissettiriyor acaba? Saldırgan
olanlardan korkuyorum doğal olarak, hatta çocuk bir keresinde yolda kıstırdı
beni, yaralamadı sadece vurdu ama çığlık çığlığa eve kaçtım. Bir çocuk kolumda
ki saate taktı kafayı, 25 kere sordu ‘saat kaç’ diye her seferinde söyledim
bıkmadan! Ama en sonunda ‘pili bitti’ deyip kandırdım yoksa bende
salaklaşacaktım. Çocukların hepsi kasabada ki okula gidip hiçbir şey
öğrenemiyor ama camiye gidip sürekli namaz kılıyorlardı. İbadete çok önem
veriyordu halk, bizde evde toplu namaz seansları yapıyorduk, günah olduğu için dışarı kız verilmiyor (aşık olup kaçanlar evlatlıktan reddediliyor) sürekli akraba
evliliği yapılıyor, kızlar 15-17 yaş aralığında evlenip hemen çocuk
doğuruyorlardı. Ramazan ayına denk geldiğim zamanlarda oruç tutmayan kimse
görmedim, çoluk çocuk hepimiz akşama kadar aç biilaç tepinip su taşıyorduk.
Bildiğimiz su! Hani evde musluğu açınca şakır şakır akan, kesilince bir
böbreğimizi kaybetmek kadar bize koyacak su! Çeşmeden bidon ve kovalarla eve
taşınıyor, musluklu teneke kaplara boşaltılıyor, çabucak tüketiliyor yine
çeşmeye gidiliyordu. Gitmek 5 dakika geri dönmek 10 dakika sürüyordu çünkü
elinizde ağırlığı dört beş litreyi bulan kap oluyordu. Temizlikten tutun da
yemek yapmaya, yıkanmaya, içmeye kadar her yerde kullanılan suyun evlerde
olmaması beni en çok şaşırtan şeydi bu Allah’ın dağında. Baya dağ yamacına
kurulmuştu boklu kasabamız, her taraf yokuş, toz toprak içindeydi. Can sıkıcı
diğer bir olay televizyon kanallarının çekmeyişiydi, uydu teknolojisinin henüz
emekleme dönemiydi ve oldukça pahalıydı o zamanlar. TRT’nin devlet televizyonu
olmakta ısrar edip, sürekli haber ve sanat müziği yayını yaptığı yıllardan
bahsediyorum. Kısıtlı saatlerde çizgi film vardı ve asla yakalayamıyorduk,
Brezilya dizileri niyeyse öğlen veriliyordu! belki sadece ev hanımları
düşünülmüştü. İnsan biraz da çocukları düşünür be pezevenkler, Zeki Müren
dinlemekten gamlı baykuşa dönmüştük hepimiz (şimdilerde bayılıyorum dinlemeye),
rakı içmiştim bir gün kazayla ama o yaşta içkiye başlasam sebebi bunlar olurdu.
Zaten rakıyı yanlışlıkla kafama dikmiş, dilime acı tadı gelince ‘su dura dura
bozulmuş’ deyip lavaboya boşaltmıştım! Tabi ki dayak yedim… Şehirde izlediğim
özel kanalların hiçbiri yoktu (star, kral, kanal 6, Show tv, Flash tv J,
kanal d, atv) akşamları erkenden yatıyorduk, tavuklar kümese girince uyku
vaktimizin geldiği anlaşılıyordu. Zaten acayip bir cimrilik söz konusuydu evde,
suyu ben taşıyordum ama kullanımı burjuvaya aitti. Tuvalete girip çıkınca el yıkamak
normal bir davranıştı bana göre ama anneannem gelip ‘niye her seferinde elini
yıkıyorsun, su bitiyor’ dedi! ‘ben taşıyorum zaten’ dedim, tokadı yedim. Demek ki
kıçını yıkamıyordu bu kabilenin insanları! Elektrik olduğu zamanlar açık
unutulan bir lamba sonu gelmeyecek tartışmalara sebep oluyordu. Ev iki katlıydı
ve yapısı biraz tuhaftı, pek güneş görmeyen mutfağın penceresi inadına minicik
yapılmış gibiydi. Kış aylarının diz boyu karla geçirildiği dağlık kasaba da
sofa denilen yerden balkona çıkılıyordu ve kapısı yoktu. Bir odadan diğerine
koşarak geçiyordum, her koşuşumda ev temelinden sarsılıyordu ve ben taş çatlasa
25 kiloydum. Balkonun evden kopup kendini dağa taşa salması an meselesiydi, yüz
kilonun üstünde olanlar oraya ayak basmayarak hayatta kalıyordu. Ev değil
survivor amına koyim! Yılmaz Morgül bile 3 günden fazla dayanamazdı J Bir
de yemek kıtlığı çekiliyordu, aslında her şeyden bol bol vardı ama insanlar
cimrilik kısmını abartmıştı biraz. Kahvaltı olarak iğrenç tatlı keçi peyniri, zeytin
ve yufka ekmek bazen pişi tüketiliyordu. Arı kovanlarında petek bal, çeşitli
reçeller, bahçede domates salatalık olmasına rağmen onları sofraya koymayıp,
yatak odası olarak kullanılan yerdeki gömme dolapta saklıyorlardı. Tereyağını
kendileri yapıyordu, tavuklar her gün yumurtluyordu (kümese girip topluyordum),
meyve ağaçlarının tamamı vardı ama bunların hiçbirini tüketmiyorduk. Bazen
dayılarım gelince açtırıyordu petek balı falan ama dedem o kadar kızıyordu ki
kimse yemeye tenezzül etmiyordu. Kendi de yiyemeden öldü zaten! Buğday ticareti
yapıyorlardı baba ve en küçük oğul, diğerleri şehre kaçmıştı, despot bir
adamdı, ota boka kızıyordu. Meyveler olgunlaşınca toplanıp reçel yapılıyor ya
da komposto için kurutuluyordu, toplanırken yiyebildiğimiz kadar yiyorduk, yumurta
ve tereyağı en pahalı fiyattan kasabalıya satılıyordu gördüğüm kadarıyla. Öğle
yemeği bulgur pilavı ekmek, akşam yemeği sebze ve bulgur pilavından oluşuyordu
çoğunlukla. Kurban bayramı dışında et tüketmiyorlardı, hayvanı kesip üç beş
kişiye dağıtıyor kalanını zaten kalabalık olan aile fertleri bir oturuşta
yiyordu. Biz çocuklar alnımızda kırmızı kan lekeleriyle sağa sola koşuşturup
yarım ekmek arası kavurma yiyorduk her bayram. Kasaba halkı birbirini pek
sevmiyordu ama bu aileye ayrı bir gıcıkları vardı. Zamanında karıya kıza çok
yürüyen despot ve cimri dedem, at üstünde yalnız kovboy misali gezip, civar köyler dâhil
ünlenmişti. Çapkınlıkta tabi! Atlamadığı kadın kalmadığı gibi eve ikinci eşi
getirmiş, üç çocuk doğurtup baba evine geri yollatmıştı zavallıyı. Benim mal
annem bunları gururla anlatıyordu ‘benim babam şöyle ağaydı, böyle çapkındı’
diye, sanki kendisi kadın değilmiş gibi. Dedemin bu meselelerden dolayı çok
düşmanı vardı, evden çıkıp sağa sola gidemiyordu korkudan. İnsan ailesinde ne
görürse o normal geliyor, anlattığım her şey benim için anormallik
derecesindeydi. Fakir olabilirsiniz, tek yemek çeşidiyle doymak zorunda
olduğunuz zamanlar olabilir, parasız kalabilirsiniz ama bunların yaptığı gibi
çocuktan, komşudan zaten bol bol olan nimetleri esirgemek nedir yaa. Cimrilik
hepimiz de vardır, ben bile yapıyorum kimi zaman. Benim orada bulunduğum yıllar
içerisinde tüm bu nimetlerin nasıl yok olduğunu anlatayım da bu huyumuzdan bir
an önce vaz geçelim…
Yemeye içmeye pek
düşkün olan bıbıcım, artık yaz tatillerinde sürekli gittiğimiz kasabada cimri kaynatasıyla aynı evde yaşama muhabbetinden sıkılmış olmalı ki paraya kıyıp
oradan ev aldı. Ev dediğim de yıkık dökük bir yer, üzüm bağının içinde ahırdan
biraz büyük, taş bir virane. Sıfırdan yaptırsaydı daha ucuza gelirdi, o evi
oturulacak seviyeye getirmek epey zaman aldı. İki oda, mutfak, küçük bir sofa,
geniş terasa sahip yapının manzarası gerçekten çok güzeldi, bayılırdım orada
gün batımını izlemeye. Zeytin ve kavak ağaçlarıyla çevrili, bağın ortasında
kalan evimiz şirin bir yapıya dönüşünce, şehir dışında olan yazlığımızın
eşyalarını oraya taşıdık, yazlığı da boş durmasın bari üç beş bir şeyler
getirsin diye kiraya verdik. Yalnız bu kasaba evinin tek kusuru vardı, bana
göre dünyanın en korkunç kusuru tabi; yılanlar! Üzüm bağının yılanları çektiği
söylendi ama bir ara o kadar çoğaldı ki yılanların öcüne döndü ortalık. En çok
korktuğum hayvan cinsi olduğunu söylememe gerek yok herhalde. Nereye elimizi
atsak sinsi sinsi akıp geçiyordu, siyah renkli olanlar aile üyelerimiz arasında
yerini almıştı. Ben çocukça oyunlar oynarken bağda bahçede önüme çıkıp korkudan
ölme seviyesine getiriyorlardı. Bir gün en fenasıyla karşılaştım; bizim mallar
yakınlarda olan başka bir kasabaya alışverişe gitmişti, evin işlerini yapıp
televizyon karşısına geçtim. Zaten az olan kanallarda bir şeyler izlemek için
aranırken bir hışırtı duydum, sağa sola baktım bir şey yok. İzlemeye devam
ettim, hışır hışır… Bakıyorum koltuğun altına, masanın oraya bir şey yok, hış hış
hış… En sonunda kafamı kaldırıp tavana bakınca lanet yaratıkla karşılaştım,
beyaz karnı yeşilli kahveli rengiyle geziniyordu. Kalın ve uzun gövdesini
görünce donup kaldım yerimde, birazdan aşağı düşüp sokacaktı götümden, bende
eşekler cennetine ön kayıt yaptıracaktım. Tavan önceden topraktı, üzerine beton
dökülmüştü fakat hala toz yağıyordu aşağıya, bunu önlemek için muşambadan bir
örtü çakılmıştı ahşaptan olan iç kısmına, yılan kardeşimiz karnını bu örtüye
sürte sürte gezerken ayak uçlarıma basarak dışarı kaçtım! Ağlayarak yakında
oturan dayımın evine koştum, yengem beni çok severdi, cesur bir kadındı ben
‘evde yeşil yılan var’ diye haykırarak gelince kocaman bir odunu kaptığı gibi
koşmaya başladı. Siyah olanlar ne kadar zararsızsa yeşiller bir o kadar tehlikeliydi,
sokunca dağ gibi insanları bile kısa sürede öldürecek zehre sahiptiler. Hayvanoğluhayvanı
ürkütmemek için eve sessizce girdik, hala yatıyordu aynı yerinde pislik şey.
Yengem yavaşça odunu vücuduna dokundurunca birden hareketlendi, ok gibi fırlayıp
gözden kayboldu. Sıçmıştık! Allah bilir nereye saklandı, artık çağırsan bile
gelmez, gece mi ortaya çıkar yoksa biz yemek yerken üstümüze mi atlar
bilemezdik. Moralim sıfırın altında eksi beşti, yengem ‘evde durma bize gel’
deyince kabul ettim ama geceleri o odada yatıyordum, sabaha koynumda
beyaz-yeşil yılanla uyanmam kaçınılmazdı. Tabi onu orada görmüş olmak geceyi
uykusuz geçirmek için yeterliydi, hatta tüm geceleri… Akşama doğru kabilenin
diğer üyeleri gelince durumu anlattık, iş bilir annem evin etrafına kükürt
dökerek sorunun çözüleceğini söyledi. Ödü bokuna karışan babam o gece orada
kalmayalım dediyse de kadının tuhaf bir inadı ve sinsice planları vardı! Göz
göze gelince anladım, tam olarak soluk yeşil rengine bakarken açık etti planını;
ben gece o odada yatacaktım! Çinliler işkenceyi icat ederken üstatlık yapan
üvey annem hiç bozuntuya vermedi, herkes evine dağıldı ve ben korkudan tir tir
titremeye başladım. Dünyaya beni niye gönderdiğini hala anlamadığım yüce Tanrı
ek olarak elektrik kesintisi de yaptı o akşam. Artık trafodan mı kurumdan mı
Tanrı’dan mı kaynaklanıyordu bilemem ama ev halkı erkenden odalarına çekildi,
bana da ‘yat burada gitti artık yılan bir daha gelmez’ dedi kaltak, koltuğa
oturup tespih böceği gibi tortop oldum, beklemeye ve bildiğim tüm duaları
okumaya başladım. Çıt duysam sıçrayıp etrafı araştırıyordum, ay ışığı odayı
biraz aydınlatıyordu neyse ki, uyku denilen illet yakama yapıştı tabi bir süre
sonra. Arada dalıp tekrar uyandığım oldu, hem yılanla ilgili korkunç hayaller
kurmaktan hem de korkudan zihnim allak bullaktı. Yorgunluktan uyuyakaldım tabi,
direnmek boktan bir çabaydı bazen ne yaparsanız yapın olmuyordu, teslimiyet en
iyisiydi. Nasıl sabah oldu anlamadım sanki sadece 5 dakika uyumuş gibi yorgun
uyandım, ayakucumda bir ağırlık vardı kafamı kaldırmamla gördüm onu! İnce
yorganımın üstünde yatıyordu öylece, canlı mıydı anlamak imkânsızdı, beni
sokmuş muydu ölecek miydim diye hızlıca düşünüp çığlığı bastım, o kadar çok
bağırdım ki komşu kasabadan yardıma geldiler J.
Anne babam koştu, babam görür görmez kendini can havliyle dışarı attı
arkasından annem de çıktı, gözyaşlarımdan görebildiğim kadarıyla komşu bir
teyze çengel gibi bir şeyle yılanı aldı üstümden sonra gelip su içirdi bana. Ne
oldu anlamadım su içtiğimi hatırlıyorum en son, sonra baş ağrısıyla yatağımda
uyandım yine, hafifçe gözlerimi aralarken kulaklarım da devreye girip şu
sözleri duydu: ‘kız öldü mü yoksa, bir baksana’ adam kadına diyor, kadın cevap
veriyor ‘ne ölmesi ayol dokuz canlı ona bir şey olmaz’. ‘kalk kız öğlen oldu
hala yatıyor’ bir yandan da umutla bakıyor belki ölmüştür diye, gözlerimi aralayıp yakalıyorum,
‘yaşıyorum’ diyorum içimden orospu hala ölmedim yaşıyorum. Sizin vicdanınızı
gelmişinizi geçmişinizi aç gözünüzü sikeyim!
Yılan ölmüştü, bense uzun süre uyku
sorunu çektim, çok zor dalıp sıçrayarak uyanıyordum. Yıpranacak bir psikolojim kalmamıştı ama kâbuslarıma yılan figürü eklenmişti. Yıllarca başrol oldular, kâh
ayaklarıma dolandılar kâh boynuma hatta bir keresinde yanımda uyuyan kardeşimin
kolu üzerime düşünce ortalığı yıktım ‘yılaaaaaan’ diye. Sonra yavaş yavaş
tedavi ettim o yarayı da…
Haa size
cimriliğin zararlarını aktaracaktım, şöyle ki; hali hazırda sahip oldukları
nimetleri, çocukları dâhil kimseyle paylaşmayan aile, zamanla yapayalnız kaldı.
Onların cimri ve haset oluşundan yorulan evlatları daha az ziyaretlerine geldi,
tavuk-bahçe kavgasına tutuştukları komşuları bıkıp birer birer kasabanın yeni
yapılaşan tarafına taşındı, yıkıntıların içinde sadece onlar kaldı. İyice
yaşlanıp güçten düşen anneanne-dede meyve sebzeyi toplatacak evlat, işçi, çoluk
çocuk bulamadı çünkü kimsenin parasını ödemiyorlardı, kendileri de
toplayamayınca olgunlaşan meyveler dökülüp ziyan oldu, yiyemedikleri sebzeler
dalında kurudu. Hayvancılık yapmaya başlayan en küçük oğul zaten zor
yetişiyordu kendi işine, buğdayların biçilme zamanı geçti mahsul tarlada yandı
bitti. Tarlalarını sürdürecek bir tane traktör bulamadılar kimse bulaşmak
istemiyordu bunlara, bu sebeplerden tarla bağ bahçe zamanla satılmaya başlandı.
Tabi bu saydıklarım yıllar içinde oldu, karı-koca evin içinde, dolaplar bomboş,
ıssız, yalnız kalakaldılar. Zaten evden çıkmayan dedem kafayı üşüttü, bayramdan
bayrama evlatları gelirse geliyordu, biz her yaz gidiyorduk zaten, ilk başta
benden nefret ederken ömürlerinin son deminde sularını taşıyan, ekmeklerini
alıp yemeklerini pişiren ben oldum helali hoş olsun. Bugün olsun yine yaparım,
onları yıkadım, anneannemin bembeyaz saçlarını ördüm, dedeme çorbasını içirdim,
son zamanlarını yarı deli yarı akıllı geçirip bu hayata veda ettiler. Bolluk
zamanında mutsuzlardı darlık zamanında hem yalnız hem mutsuz oldular, yani
cancağızım; iki taneyse birini ver, az deme paylaş, çoğalır o, hiç mi verecek
bir şeyin yok sevgini ver emeğini ver, bir çocuğun başını okşa, bir insana
içtenlikle gülümse, yargılamadan dinle, dua et, gücüm yok deme var, kalp
odacıklarımız sevgi, aşk, merhamet dolu, dopdolu… Başınıza bir şey geldiğinde
boşuna ağlamayın o durumu siz çağırıyorsunuz, kıskançlık, cimrilik, kibir,
iftira, yalan bir yerlerinizden çıkıyor acıta acıta J J
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder