Göç Etmenin A.M.K Bölümü
Bir otobüsteyim, her virajda dağlar çıkıyor önüme (ömrüm boyunca otobüs yolculuklarından nefret ettim). Yanımda kuzenlerimden en malı oturuyor,heyecanla yolları arabaları,içinden geçtiğimiz şehirleri gösteriyoruz birbirimize. ''Önce kim gördü'' yarışı yapıyoruz, hep o kazanıyor çünkü cam kenarında oturuyor piç! Göç ediyoruz... Annemi toprağa teslim ettikten sonra ne şekilde, hangi şartlarla alındığını bilmediğim bir kararla güneye gidiyoruz. Ötesi Akdeniz olan sıcak şehir, sanırım yaşam için daha kolaydı. Ölmek demek o insanı bir daha göremeyeceğiniz anlamına geliyormuş, artık biliyordum...
Benim doğduğum coğrafya iklim olarak hani şu okulda öğrendiğimiz meşhur karasal iklim varya hah o ağzına sıçtığımdandı (tropikal olsa kıçımızı kırıp oturacaktık belki). Oradaki hatırladığım son kışı yazmıştım, zaten kış o kadar uzun sürüyordu ki yaz mevsimi diye bir şeyden haberim yoktu. İlkbahar ya da yaz olduğunu evimize yakın konumda ki ırmaktan anlayabiliyorduk. Baharda azgınlaşan su, yetişkin bir insanı rahatlıkla sürükleyebilecek kapasiteye sahipti. Korkunç hikaye anlatıp psikolojimizin amına koyacak insan popülasyonu yüksek çekirdek ailem, ırmağa gitmemem için yeterince beynimi yıkamıştı. Alışıldık orta Anadolu hava şartları Gondor'a göçü zorunlu kılmış olmalıydı. Hobbitlerini toplayıp otobüse dolduran Baba Sauron salağı çözümü çoktan bulmuştu ve biz her şeyden habersiz, götümüzde bir don yollara düşmüştük. Zira öğrendiğime göre babamın hovardalık dışında hiç bir meziyeti yoktu. Hayatı boyunca tembelliğe alışmış, başkasının sırtından geçinmiş, tarım ve hayvancılık konusunda zerre bilgisi olmayan, her yörede rastlanabilecek mal aile babası modeli. Hala öyle, bir insan nasıl kişiliğini geliştirmez, kendine yeni bir şeyler katmazın yaşayan örneği. Kendisine kesinlikle saygı sevgi duyulmuyor, zaten bunlara sahip olmak için bir çabada sarf etmiyor. Okula göndermişler; kaçmış, büyük şehre yerleştirmişler çalışsın hayatı öğrensin diye; kaçmış, işçi tutulmuş tarım yapılsın kazanç artsın diye, başlarında duracağına tavşan avına çıkmış, yani adamın iş yapası yokmuş niye zorladılarsa...En büyük zaafı kadınlarmış işte, son yıllarda sürekli türkü dinleyip acı çekiyordu, niye çektiği malum...
Gözümü her kırpışımda farklı bir sahne beliriyor önümde; sahil kenti, kenar mahalle, tek katlı, önünde küçük bir bahçesi olan ev, kuzenlerim, halalarım. Nüfus küçük çaplı bir köy kadar, amaç; onu en aza indirmek, curcuna hiç bitmiyor. 20 (bildiğimiz YİRMİ) tane ekmek alınıyor, tek öğünde bitiyor, çamaşır, yemek, yatak serme işleri döngüler halinde,sonsuza kadar sürecekmiş gibi geliyor. Annemin ölümünden beri geceleri yatağa işiyorum, tüm ev halkı benden nefret ediyor. Ablam yatak yorgan yıkamaya yetişemiyor, sabahları kaldırıp ıslaklığı görünce etimi çimdiriyor, kızıyor, dövüyor dövdükçe daha çok korkuyorum daha çok işiyorum,en sonunda bir gün küçük pembe küloduma sıçıyorum (ayyyy sinirlerim bozuldu :)). Henüz yaşında bile olmayan kız kardeşim hiç durmadan ağlıyor, ben işiyorum, hala denilen esmer kadın manyak gibi bağırıyor, baba Sauron piyasada yok. Kum saati durmadan işliyor!zamanın ne demek olduğunu bilmiyorum ama bir sabah 'zaman geldi' deniliyor, ablam beni kaldırıyor,yıkıyor,öpüyor,kokluyor (pataklamaktan zaman bulamıyordu pek),hırçın sarı saçlarımı tarıyor ve en sevdiğim tavşanlı elbisemi, olmazsa olmaz küçük pembe külodumu giydiriyor. Gezmeye gidiyoruz diyor, havalara uçuyorum..Arada popomu elleyen kuzenlerden birinin anlattığına göre deniz denilen kocaman bir su varmış, bütün gemiler üzerinde yüzüyormuş, bizim ırmaktan kat be kat daha büyükmüş. Annemi öldürenin su olmadığı anlatıldıktan sonra daha çok ilgimi çekmeye başlamıştı bu garip bileşik. "denize mi gidiyoruz" diye sordum ablama "evet" dedi. Baba Sauron ben ve ablam tam evden çıkarken erkek kardeşim takıldı peşimize, ablam "seni başka zaman götüreceğiz" deyince üzüldü kuzucum (çok tatlı bir veletti) bende küçük abla edasıyla "hadi eve dön başka gün beraber gideceğiz" dedim. Zeki Ruhtzu, şanssız Ruhtzu, gittiğin yerde ebeni sikecekler Ruhtzu! Kenar mahallelerden geçip bir arabaya bindik, etrafım yüksek binalar, arabalar, dükkânlar, yollar, köprüler, parklar, çocuklar,insan,insan,insan,insanlarla çevriliydi...Ne kadar çok insan vardı! Her şey akıyordu, benim başım dönüyor, midem bulanıyor, nereye bakacağımı şaşırıyordum, henüz denizi görememiştim. Ablamın elini sıkı sıkıya tutup, kendi güvenliğimi sağlamaya çalışıyordum ki arabadan inip, sokaklar arasında yürümeye başladık. Şaşırarak etrafa bakmaya devam ettim, baktıkça şaşkınlığım daha da arttı.. Vitrinler, acayip şeyler satan mağazalar, el arabalarında tuhaf pembe renkli pamuklar, süslü kadınlar, çocuklar bile bir garipti, onlar da meraklı gözlerle bana bakıyorlardı. Sauron babam tin tin önden gidiyor, arada elinde ki kâğıda bakıyordu. Yüksekçe bir binanın önünde durdu en nihayetinde. Kafamı kaldırıp sınırlı matematik bilgimle katları saymaya çalıştım ama tamamlayamadım. Saçlarını savurarak ihtişamlı hareketlerle kapıya yaklaşan Sauron, değişik düğmelere sinsi gözlerini dikti “herhâlde burası” deyip birine asasıyla şimşek attı! Biraz bekledikten sonra gökyüzü yarıldı, kanatlı atlar üzerinde Elf efendileriyle bize doğru hızla yaklaştı. Gümüş saçlı Elf efendi Sauron babamın kafasına kürekle vurup bayılttı, ablamla beni atının terkisine atıp (ergen ablam hayranlıkla Elf efendinin 155 yaşında ki yaverini süzüyordu) sonsuza kadar mutlu ve sıkıcı bir yaşantı süreceğimiz Ayrık vadiye doğru yollandı. Karşımızda ki demir kapıdan çat diye bir gürültü geldi, olduğumuz yerde korkuyla sıçradık (supergirl çalıyor tam şu anda! “it’s alright..but I’m a supergirl”). Babam kapıyı iterek açtı, bize yol vererek kenarda bekledi, çekinerek içeri girdik. Yine büyük bir gürültüyle demir yığını kendi kendine kapandı. Göğe doğru uzanıyormuş gibi duran sarmal merdivenleri tırmanmaya başladık. İçimi bir korku kapladı, çişim gelmişti, nefes nefese çıktığımız merdivenler, arada sönen ışık beni deliye çevirmişti, ablamın elini daha çok sıkıyordum. Korku filmi çekiyor olsak o yıllarda top olurdu bu sahne. Sonsuzluğun sonuna vardığımızda kahverengi kapının ardından bize bakan tombul bir teyzeyle karşılaştık, sırayla hepimizi süzdü, en çok bende takılı kaldı gözleri; “hoş geldiniz” dedi şakıyan sesiyle. Sauron malı bir şeyler mırıldandı, o sırada ablam yavaşça elimi bırakıp beni öne doğru itti. Babam “hadi içeri gir kızım” dedi (bir insan ne kadar soğuk olabilirse o kadar soğuktu, içim titredi). Ben geri adım atıp ablamın arkasına saklanırken tombul teyze bana doğru bir hamle yaptı, kolumu yakalayıp kucağına alırken beynime uyuşturucuyu zerk etti! “ne kadar güzel bir kızsın sen, gel bak içerde bebekler var”. Onu dinleyip bebeklerin hayalini gözümün önünde canlandırırken bir hareketlenme hissettim, kafamı çevirmemle babam ve ablamın onları bıraktığım yerde olmadığını fark ettim. Attığım çığlık bugün bile kulaklarımda yankılanır, kadının kucağından atılmamla korkuluklara tutundum ama o beni son anda belimden sıkıca kavramıştı. Sarmal merdivenin tamamını yukarıdan görüyordum, babam ve ablam hızla katları iniyordu, arada ışık sönüyor görüntü kayboluyor sonra tekrar yanıyor, onlar saniyede 300 km hızla benden uzaklaşıyordu. Her anı özenle hafızama işliyordum, bilincim bundan 25 yıl sonra da buraya dön diyordu ve ikisinden de nefret ediyordum. Tombul teyze çığlıklarımla baş edemeyip içeriye doğru seslendi, bir adam ve genç kız yardıma gelmişlerdi hep bir ağızdan bebek, oyuncak deyip beni içeri sokuşturuyorlardı. Galiba uzun süre ağladım, sakinleştiğimde kucağımda oyuncak bir bebek vardı ve ilginçtir kız değil de şapkalı erkek bir bebekti. Adı Ali Osman, hiç unutmam hiç unutamam… Genç kız yanıma gelip “şapkasını çıkarma saçları kopuyor, tamam mı ablacığım” dedi ve gitti. O gider gitmez şapkasını çıkarıp bebeğin tüm saçlarını yoldum, artık kel ve çirkindi. Geri geldiğinde dehşetle bana bakıyordu, o sırada altıma işemekle meşguldüm. O insanlar kimdi neydi hiç bilmiyorum, sormadım da kimseye..Hala yaşıyorlar mı beni hatırlıyorlar mı bir tahminim de yok. Ertesi sabah beni arabalarıyla, görece daha zengin bir semte götürüp 4 katlı olarak saydığım, bahçeli binanın beyaz kapılı dairesine teslim edip “artık sen bu evin kızısın” dediler. Arkalarına bakmadan da gittiler. Evlatlık verilmiştim…
Küçük kız kardeşim de benimle aynı kaderi (ne yazık ki daha acılı olarak) paylaşmıştı. Annemin bu konuda ki öngörü ya da rüya ne derseniz onu anlatıyım; hayatta olduğu son yılında kalp yetmezliği teşhisi konmuştu güzelime. Arka arkaya yaptığı doğumların katkısını tahmin edersiniz. Baya uğraşmışlar nazik kalbini kurtarabilmek için, olmamış. En son gittikleri, ünü ülkeye yayılmış, Ermeni (bunu özellikle belirttiler anlatırken) bir doktor “ kızım 1 aylık ömrün var, git çocuklarınla geçir bu zamanı” demiş. Annem hakikaten 30. günün sabahı ölmüş, öyle diyorlar. Ölmeden bir gün önce, hastalığından bihaber anneanneme “anne beni simsiyah bir kuyuya attılar, ardımdan da Ruhtzu’yla küçük kızımı attı birileri” demiş. Der demez tokadı yemiş kocakarıdan “ağzını hayıra aç” diyerek. Anneannem ölene kadar bunu tekrarladı, kendini hiç affetmedi o tokat için! Annemin kehaneti doğru çıkmıştı..çok üzgünüm çok…Şimdi başka bir evrenden beni görebiliyor musun? Ne olduğumu biliyor musun? Peki, kendinin ne olduğu hakkında bir fikrin var mı? Beni seviyor musun? Özlüyor musun? Seni sevdiğimin farkında mısın? Ölümün nelere yol açtı görebildin mi? Bazen seni özleyip ağlıyorum farkında mısın? Oralar nasıl? Senden başkaları var mı yoksa benim gibi yalnız mısın? Bir ailen, çocukların, sevdiklerin oldu mu yine? Beni unuttun mu? Bu dünyada ki yaşamı hatırlıyor musun? Ya da bölünebilecek en küçük zerrelere bölünüp bir ağaca, ırmağa, çiçeğe, kuşa, kelebeğe ya da havaya, suya mı karıştın? Yıldız tozu musun yoksa? Neredesin ne yapıyorsun bilmiyorum ama bir parça benimle, dünyada ki acılardan geçmekte, evreni seyretmekte…Hep benimle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder