Taş Zemin, Soğuk Duvar, Demir Parmaklık
Elimi uzatıyorum
tahta bir şeye çarpıyor, görmüyorum, zifiri karanlık. Öyle koyu ki tarif
edemiyorum, hiçbir şeye benzemiyor… Tek bir ses yok, nefes yok, uyku yok, ışık
yok sadece karanlık, ağlıyorum, elimi uzatıyorum tahta… İtiyorum, asla ama asla
kımıldatamıyorum yerinden, korkuyorum, burada kapalı kaldım birazdan ölürüm
herhalde çünkü nefes almak gittikçe zorlaşıyor, çünkü yaşam gittikçe tükeniyor,
herkes gibi bende bittim. Ölümü düşününce aklıma ikinci annemin tabutu geliyor,
eyvah! Ben bir tabutun içindeyim!!! Yaşıyorum ama tabuttayım, nasıl olur bu? Yumruklamaya
başlıyorum tahtadan kapağı, birileri illa ki duyar da kurtarır sefil bedenimi. Karanlık,
tabut, korku, gözyaşı, yalnızlık hepsi var, en önemlisi düşünce var, ışık
hızıyla bin türlü senaryo düşünüyorum. Çırpınıyorum ağlıyorum düşünüyorum,
lanet düşüncemi sonlandırabilsem kurtulmanın ya da ölmenin yolunu bulacağım ama
kapağı açılan baraj gibi, çığ gibi hiç durmuyor, gittikçe çoğalıyor düşüncem. Korkunç
zihnim kayıt altına alıyor olayları, hiç bıkmadan, beni tüketecek anıları öyle
bir işliyor ki orospu zihnim!!! Önünde duramıyorum, yıkıp geçiyor beni… Elimi
uzatıyorum tahta, ağzımın içinde ıslak tahta tadı! yüzümden bir şey yürüyüp geçiyor, yakalamaya çalıştıkça
kaçıyor, sonra tüm bedenimde aynı his, karınca sürüsünün ortasında olmalıyım
diyorum, severim karıncaları. Örümcek ve solucanlardan nefret ederim diye
düşünürken ıslak, yapışkan, iğrenç sülükler ortaya çıkıyor. Örümcek ve
solucanların sahne alması an meselesi, iyi ki karanlık, görmüyorum ama hissetmek
de korkunç bir duygu diyorum kendi kendime. Bir umut arıyorum tutunmalıyım, ben
hep böyle yaparım cancağızım, bakarım duruma kalbime sorarım, bana uzatır
oradan bir dal sevgiyle sarılırım minnettar olurum. Kendimi hep kendim
kurtarırım ama bu sefer yok, ne yapsam ne düşünsem çare bulamıyorum. Hayatım
boyunca en çok korktuğum başıma geliyor; sımsıkı karanlıkta düşüncemle baş
başayım, gidecek yönüm yok, ışığım yok… Tüm sürüngenlere küfürler savuruyorum,
yaşantıma, şansıma, anneme, babama, dünyaya, doğaya aklınıza gelebilecek,
hayatta olmamı sağlayan her şeye ana avrat düz gidiyorum, neden gitmeyeyim? Ben
neden ölmüyorum? Ölümsüzlük bulundu da haberim mi yok? Eğer böyleyse ölümsüz
olmak onunda amına koyayım! Sadece nefes alarak böcek seremonisini izleyip yüz
yılların geçmesini mi bekleyeceğim lan. Karanlığa bakarak yaşanır mı? Yaşamak bence
yazı yazmak, çeşitli müzik aletleri çalmak, muhteşem kitaplar okumak, aşk,
renkleri görmek, rüzgârı hissetmek, kemanı ağlatan o adamı dinlemek, arabaya
atlayıp yollarca gitmek, bir çiçeğe su vermek, sevgi, denizin göğün mavisini
izlemek, insanları anlamak, mutluluk, şarkı söylemek, Tanrının sesini hayal
etmek, huzur, yıldızlara bakmak, yaşamak doyasıya yaşamak…
Gözümü açıyorum,
ateşim 40 derece civarında olmalı, yalnızım. Üstümde ki yorgan 300 kilo
geliyor, 'tabutum'… Hepsi kâbus, ilk anlattığım hikâyeden itibaren her şey kötü
bir şaka, berbat bir yazarın kaleminden çıkan ağlak bir hikâye. Sizi kullanıyor
yazar, sürekli kurgu karakterler yaratıp hüzünlü dizi senaryoları gibi
uzattıkça uzatıyor konuyu, geri zekâlı. Kendine bağlıyor sizi, peşinden
sürükleyip son nefesinizi de almaya çalışıyor ciğerinizden. Çabuk çıkın buradan
yoksa ya hikayenin içinde kaybolacaksınız ya da öleceksiniz!
Gözümü açıyorum,
ateşim düşmemiş, kusmak için kalkmaya çalışıyorum başım geri düşüyor yastığa,
sırılsıklam terliyorum. Kusmam lazım, ne yedim hatırlamıyorum ama midemden
çıkmak için mücadele ediyor. Son bir güçle itiyorum kendimi, tuvalete doğru
yalpalayarak yürüyorum, hayal dünyası gibi tüm ev, duvarı tutmaya çalışıyorum
dalgalanıyor sanki ben elimi uzattıkça eğilip bükülüyor. Yere düşüp aynı anda
kusuyorum, başım yapışkan iğrenç kokulu sıvıların arasında, biri tepemde
bağırıyor, karnıma iki tekme sallıyor, amına koduğum diyorum kusuyorum. Saçımdan
tutup sürüklüyor yerde, yön kavramım tamamen yok olmuş, nereye doğru gidiyoruz bilmiyorum.
‘İnşallah’ diyorum cehennemin kapısındayızdır da açıp aşağı atar beni, yana
yana küle dönerim dev kazanlarda! Yok, orospunun bol olduğu dünyadayım hala ne
yazık ki, kadın beni temizlik malzemelerinin olduğu banyoya kadar sürükleyip
bırakıyor. Saçım kökünden kopmuş olmalı, kopmadıysa da yazıklar olsun! “al
şuradan bezi çabuk kalk (tekme) temizle sıçtığın yeri!”. Aaa sıçmış mıyım ben
kustum sanıyordum! Desene burnumuza kadar boka battık J
elimde bez ama ne yapacağım hakkında hiçbir fikrim yok mal gibi yerde
oturuyorum. İtekliyor tekmeliyor deliriyor kadın, neyin hıncını alıyor
bilmiyorum, hangi zamanın sevgisizliğini ya da acısını benden çıkarıyor onu da bilmiyorum.
Ayağa kalkıyorum sendeleyerek, yürüyorum yine hayal dünyasında sonra… Sonrası
bir süre yok oluyor, yatağımda uyanıyorum altıma işemiş olmalıyım, her yanım
vıcık vıcık çünkü. Lan yine kustum mu acaba? Baş belası biri bir şey
söylüyor, kalkıyorum mutfağa gidiyorum niyeyse, masada herkes oturuyor ne
zıkkımlanıyorlar göremiyorum. Bende yemeye çabalıyorum, her seferinde taş
çiğniyorum sanki ağzımda takır tukur sesler, sonra yanağımı ve dilimi ısırıyorum üst
üste, açlıktan kendimi mi yiyorum diye düşünüyorum o ara. Kan tadı geldiği anda
midem ayaklanıyor, kalkıp tuvalete atıyorum çeyrek bedenimi. Kanla beraber
garip bir şeyler kusuyorum, ne yedim acaba? Kafam tuvaletin taş zemininde
içimden uzaylıların çıktığı kâbuslarla öylece yatıyorum…
Birkaç gün sonra
biraz daha iyileşmiş olarak açıyorum gözümü, dünyaya ölümle bakan gözümü. “kalk
hazırlan” buyuruyor efendi hazretleri, iki beden büyük gelen kıyafetlerimle
ucube gibiyim, arada kusuyorum hala başım dönüyor. Arabayla çıkıyoruz yola,
nereye niye gidiyoruz ilgilenmiyorum, ömrümden evler, insanlar, hayatlar geçiyor, dönüp bakmıyorum… Tanıdık birine gidiyoruz misafirliğe, sofralar
kuruluyor, çocuklar bağırarak oyun oynuyor ben bir köşede kımıldamadan
oturuyorum. Bir kadın gelip ateşime bakıyor ‘sarılıktır’ diyor ‘çok yaygın bu
ara’. Doktor yok, hastane yok, ilaç yok, bakım yok… “”yok canım ne sarılığı
okulda pis bir şey yemiştir” diyor mal adam. Hüzünle bakıyorum onlara, ne
menfaatleri varsa birazdan ortaya döküleceği aşikâr olan insan lekesi varlıklarına
acıyorum. Dökülüyor zaten, insanlar üç kuruşluk kazançlarıyla evlerinde ki
konukları iyi ağırlamak için şerefli bir sofra kurmuşlar ama yetmiyor açgözlü
kadınla adama. Sebze serası olan ev sahibine dert yanıyor bizim üçkâğıtçı “geçen
pazara gittim, dünyanın parasını sayıp şunu bunu aldım evde hanım yemek
yaparken hepsi kof çıktı, insan nerden ne alacağını şaşırıyor artık” Senin
ecdadını sikiyim amın oğlu, yalan söylüyor, evde ki stok tükendi!!! Zavallı ev sahibi “gel bizim seradan vereyim
sana, her şey taze dalından” diyor, bizimkinin gözleri beleriyor “sen pahalıdan
satarsın” “yok abi ne parası, kaç yıllık tanışığıma parayla mı veririm”… Hiç
ikiletmiyor iki onursuz insan, hatta adamla beraber seraya giriyorlar, kadın
poşet getirmiş hazırlıklı bir de kaşar. Poşetler benim boyumda, dolduruyorlar
doyana kadar, ne yazık ki insanın karnı her türlü doyuyor da ruhu hep aç
kalıyor. Ne zaman ruhunu tamir edip onurunu kazanırsan o zaman ayağa kalkıp
insan oluyorsun! Geri dönerken her şeyden midem bulanıyor, yaşamımdan,
anne-baba dediğim o insanlardan, dünyadan, kendimden… Yediklerim halay çekmeye
başlıyor içerde. Nefretim katlanıyor, olanları düşündükçe daha çok kusma isteği
duyuyorum en sonunda arabayı durdurtup yolun kenarına çıkarıyorum içimde
birikmiş irini…
Hayatımda iki kez böyle hasta oldum, ikisinde
de mucize eseri doktorsuz ilaçsız kurtuldum. Sadece bir gece hatırlıyorum;
annem geldi uykumun arasında bir bardak süt verdi, inanamayarak bakıyordum ona
gerçek mi rüya mı karar vermeye çalışıyordum. Gözlerini benden kaçırıp tavana
yere baktı sütümü içene kadar, bitince bardağı alıp arkasına bakmadan çıktı
gitti odadan. Çok acı çekip ağlaya ağlaya uyuduğum gecelerin sayısını Tanrı
bilir, uzun yıllar geçirdim orada, upuzun yıllar. Mutluluğun ne demek olduğunu
unutmuştum, huzurlu anlarım çok azdı. En önemlisi sevgiydi, sevilirken ama
gerçekten sevilirken bazı ufak tefek şeyleri görmezden gelebiliyorsunuz ama hem
sevilmiyor hem azap çekiyorsanız üzgünüm, şansınızı başka bir yerde deneyin. Niye
bunlar oldu diye soruyorum kendime, cevaplar zaman içinde geliyor. Bir olay
oluyor iyi ki bunu görmüşüm orada, iyi ki yaşamışım diyorum. Yoo mazoşist
değilim, sarılmıyorum artık acılarıma o kadar. “Ne öğrendim” tarafından
bakıyorum ve her günü her anı doyasıya yaşıyorum…