27 Nisan 2016 Çarşamba

EVLATLIK ÇOCUKLUK

       



        Taş Zemin, Soğuk Duvar, Demir Parmaklık



      Elimi uzatıyorum tahta bir şeye çarpıyor, görmüyorum, zifiri karanlık. Öyle koyu ki tarif edemiyorum, hiçbir şeye benzemiyor… Tek bir ses yok, nefes yok, uyku yok, ışık yok sadece karanlık, ağlıyorum, elimi uzatıyorum tahta… İtiyorum, asla ama asla kımıldatamıyorum yerinden, korkuyorum, burada kapalı kaldım birazdan ölürüm herhalde çünkü nefes almak gittikçe zorlaşıyor, çünkü yaşam gittikçe tükeniyor, herkes gibi bende bittim. Ölümü düşününce aklıma ikinci annemin tabutu geliyor, eyvah! Ben bir tabutun içindeyim!!! Yaşıyorum ama tabuttayım, nasıl olur bu? Yumruklamaya başlıyorum tahtadan kapağı, birileri illa ki duyar da kurtarır sefil bedenimi. Karanlık, tabut, korku, gözyaşı, yalnızlık hepsi var, en önemlisi düşünce var, ışık hızıyla bin türlü senaryo düşünüyorum. Çırpınıyorum ağlıyorum düşünüyorum, lanet düşüncemi sonlandırabilsem kurtulmanın ya da ölmenin yolunu bulacağım ama kapağı açılan baraj gibi, çığ gibi hiç durmuyor, gittikçe çoğalıyor düşüncem. Korkunç zihnim kayıt altına alıyor olayları, hiç bıkmadan, beni tüketecek anıları öyle bir işliyor ki orospu zihnim!!! Önünde duramıyorum, yıkıp geçiyor beni… Elimi uzatıyorum tahta, ağzımın içinde ıslak tahta tadı! yüzümden bir şey yürüyüp geçiyor, yakalamaya çalıştıkça kaçıyor, sonra tüm bedenimde aynı his, karınca sürüsünün ortasında olmalıyım diyorum, severim karıncaları. Örümcek ve solucanlardan nefret ederim diye düşünürken ıslak, yapışkan, iğrenç sülükler ortaya çıkıyor. Örümcek ve solucanların sahne alması an meselesi, iyi ki karanlık, görmüyorum ama hissetmek de korkunç bir duygu diyorum kendi kendime. Bir umut arıyorum tutunmalıyım, ben hep böyle yaparım cancağızım, bakarım duruma kalbime sorarım, bana uzatır oradan bir dal sevgiyle sarılırım minnettar olurum. Kendimi hep kendim kurtarırım ama bu sefer yok, ne yapsam ne düşünsem çare bulamıyorum. Hayatım boyunca en çok korktuğum başıma geliyor; sımsıkı karanlıkta düşüncemle baş başayım, gidecek yönüm yok, ışığım yok… Tüm sürüngenlere küfürler savuruyorum, yaşantıma, şansıma, anneme, babama, dünyaya, doğaya aklınıza gelebilecek, hayatta olmamı sağlayan her şeye ana avrat düz gidiyorum, neden gitmeyeyim? Ben neden ölmüyorum? Ölümsüzlük bulundu da haberim mi yok? Eğer böyleyse ölümsüz olmak onunda amına koyayım! Sadece nefes alarak böcek seremonisini izleyip yüz yılların geçmesini mi bekleyeceğim lan. Karanlığa bakarak yaşanır mı? Yaşamak bence yazı yazmak, çeşitli müzik aletleri çalmak, muhteşem kitaplar okumak, aşk, renkleri görmek, rüzgârı hissetmek, kemanı ağlatan o adamı dinlemek, arabaya atlayıp yollarca gitmek, bir çiçeğe su vermek, sevgi, denizin göğün mavisini izlemek, insanları anlamak, mutluluk, şarkı söylemek, Tanrının sesini hayal etmek, huzur, yıldızlara bakmak, yaşamak doyasıya yaşamak…



  Gözümü açıyorum, ateşim 40 derece civarında olmalı, yalnızım. Üstümde ki yorgan 300 kilo geliyor, 'tabutum'… Hepsi kâbus, ilk anlattığım hikâyeden itibaren her şey kötü bir şaka, berbat bir yazarın kaleminden çıkan ağlak bir hikâye. Sizi kullanıyor yazar, sürekli kurgu karakterler yaratıp hüzünlü dizi senaryoları gibi uzattıkça uzatıyor konuyu, geri zekâlı. Kendine bağlıyor sizi, peşinden sürükleyip son nefesinizi de almaya çalışıyor ciğerinizden. Çabuk çıkın buradan yoksa ya hikayenin içinde kaybolacaksınız ya da öleceksiniz!



  Gözümü açıyorum, ateşim düşmemiş, kusmak için kalkmaya çalışıyorum başım geri düşüyor yastığa, sırılsıklam terliyorum. Kusmam lazım, ne yedim hatırlamıyorum ama midemden çıkmak için mücadele ediyor. Son bir güçle itiyorum kendimi, tuvalete doğru yalpalayarak yürüyorum, hayal dünyası gibi tüm ev, duvarı tutmaya çalışıyorum dalgalanıyor sanki ben elimi uzattıkça eğilip bükülüyor. Yere düşüp aynı anda kusuyorum, başım yapışkan iğrenç kokulu sıvıların arasında, biri tepemde bağırıyor, karnıma iki tekme sallıyor, amına koduğum diyorum kusuyorum. Saçımdan tutup sürüklüyor yerde, yön kavramım tamamen yok olmuş, nereye doğru gidiyoruz bilmiyorum. ‘İnşallah’ diyorum cehennemin kapısındayızdır da açıp aşağı atar beni, yana yana küle dönerim dev kazanlarda! Yok, orospunun bol olduğu dünyadayım hala ne yazık ki, kadın beni temizlik malzemelerinin olduğu banyoya kadar sürükleyip bırakıyor. Saçım kökünden kopmuş olmalı, kopmadıysa da yazıklar olsun! “al şuradan bezi çabuk kalk (tekme) temizle sıçtığın yeri!”. Aaa sıçmış mıyım ben kustum sanıyordum! Desene burnumuza kadar boka battık J elimde bez ama ne yapacağım hakkında hiçbir fikrim yok mal gibi yerde oturuyorum. İtekliyor tekmeliyor deliriyor kadın, neyin hıncını alıyor bilmiyorum, hangi zamanın sevgisizliğini ya da acısını benden çıkarıyor onu da bilmiyorum. Ayağa kalkıyorum sendeleyerek, yürüyorum yine hayal dünyasında sonra… Sonrası bir süre yok oluyor, yatağımda uyanıyorum altıma işemiş olmalıyım, her yanım vıcık vıcık çünkü. Lan yine kustum mu acaba? Baş belası biri bir şey söylüyor, kalkıyorum mutfağa gidiyorum niyeyse, masada herkes oturuyor ne zıkkımlanıyorlar göremiyorum. Bende yemeye çabalıyorum, her seferinde taş çiğniyorum sanki ağzımda takır tukur sesler, sonra yanağımı ve dilimi ısırıyorum üst üste, açlıktan kendimi mi yiyorum diye düşünüyorum o ara. Kan tadı geldiği anda midem ayaklanıyor, kalkıp tuvalete atıyorum çeyrek bedenimi. Kanla beraber garip bir şeyler kusuyorum, ne yedim acaba? Kafam tuvaletin taş zemininde içimden uzaylıların çıktığı kâbuslarla öylece yatıyorum…











   Birkaç gün sonra biraz daha iyileşmiş olarak açıyorum gözümü, dünyaya ölümle bakan gözümü. “kalk hazırlan” buyuruyor efendi hazretleri, iki beden büyük gelen kıyafetlerimle ucube gibiyim, arada kusuyorum hala başım dönüyor. Arabayla çıkıyoruz yola, nereye niye gidiyoruz ilgilenmiyorum, ömrümden evler, insanlar, hayatlar geçiyor, dönüp bakmıyorum… Tanıdık birine gidiyoruz misafirliğe, sofralar kuruluyor, çocuklar bağırarak oyun oynuyor ben bir köşede kımıldamadan oturuyorum. Bir kadın gelip ateşime bakıyor ‘sarılıktır’ diyor ‘çok yaygın bu ara’. Doktor yok, hastane yok, ilaç yok, bakım yok… “”yok canım ne sarılığı okulda pis bir şey yemiştir” diyor mal adam. Hüzünle bakıyorum onlara, ne menfaatleri varsa birazdan ortaya döküleceği aşikâr olan insan lekesi varlıklarına acıyorum. Dökülüyor zaten, insanlar üç kuruşluk kazançlarıyla evlerinde ki konukları iyi ağırlamak için şerefli bir sofra kurmuşlar ama yetmiyor açgözlü kadınla adama. Sebze serası olan ev sahibine dert yanıyor bizim üçkâğıtçı “geçen pazara gittim, dünyanın parasını sayıp şunu bunu aldım evde hanım yemek yaparken hepsi kof çıktı, insan nerden ne alacağını şaşırıyor artık” Senin ecdadını sikiyim amın oğlu, yalan söylüyor, evde ki stok tükendi!!! Zavallı ev sahibi “gel bizim seradan vereyim sana, her şey taze dalından” diyor, bizimkinin gözleri beleriyor “sen pahalıdan satarsın” “yok abi ne parası, kaç yıllık tanışığıma parayla mı veririm”… Hiç ikiletmiyor iki onursuz insan, hatta adamla beraber seraya giriyorlar, kadın poşet getirmiş hazırlıklı bir de kaşar. Poşetler benim boyumda, dolduruyorlar doyana kadar, ne yazık ki insanın karnı her türlü doyuyor da ruhu hep aç kalıyor. Ne zaman ruhunu tamir edip onurunu kazanırsan o zaman ayağa kalkıp insan oluyorsun! Geri dönerken her şeyden midem bulanıyor, yaşamımdan, anne-baba dediğim o insanlardan, dünyadan, kendimden… Yediklerim halay çekmeye başlıyor içerde. Nefretim katlanıyor, olanları düşündükçe daha çok kusma isteği duyuyorum en sonunda arabayı durdurtup yolun kenarına çıkarıyorum içimde birikmiş irini…


    Hayatımda iki kez böyle hasta oldum, ikisinde de mucize eseri doktorsuz ilaçsız kurtuldum. Sadece bir gece hatırlıyorum; annem geldi uykumun arasında bir bardak süt verdi, inanamayarak bakıyordum ona gerçek mi rüya mı karar vermeye çalışıyordum. Gözlerini benden kaçırıp tavana yere baktı sütümü içene kadar, bitince bardağı alıp arkasına bakmadan çıktı gitti odadan. Çok acı çekip ağlaya ağlaya uyuduğum gecelerin sayısını Tanrı bilir, uzun yıllar geçirdim orada, upuzun yıllar. Mutluluğun ne demek olduğunu unutmuştum, huzurlu anlarım çok azdı. En önemlisi sevgiydi, sevilirken ama gerçekten sevilirken bazı ufak tefek şeyleri görmezden gelebiliyorsunuz ama hem sevilmiyor hem azap çekiyorsanız üzgünüm, şansınızı başka bir yerde deneyin. Niye bunlar oldu diye soruyorum kendime, cevaplar zaman içinde geliyor. Bir olay oluyor iyi ki bunu görmüşüm orada, iyi ki yaşamışım diyorum. Yoo mazoşist değilim, sarılmıyorum artık acılarıma o kadar. “Ne öğrendim” tarafından bakıyorum ve her günü her anı doyasıya yaşıyorum…


25 Nisan 2016 Pazartesi

KADINDAN ERKEK




                      Trans Dünya



     Neyim ben, niye buradayım? Kimim, tam olarak şu anda burada ne yapıyorum? Var mıyım, var olmak yok olmak ne demek? Sorular sorular… Biliyorsunuz kız çocuğu olduğumu, erkeklerle olan farklarımı din eğitimim sırasında öğrendim, öncesinde sadece çocuk olan sınıflandırıyordum kendimi. Hayat devam ettikçe büyüyorsunuz ve lanet olası farklılıklar da artıyor! Yetişkin oldukça öğrendiğim her fark omuzuma yüklendiğim diğer bir yüktü, çocuk olarak ölmeyi tercih ederdim ki ettim de ama ölemedim, beceriksiz ben! Peki, ne zaman gerçekten kadın oldun diye sorarsanız; bilmiyorum derim, çünkü ben toplumun, ailemin yüklediği karakteri giymiştim üzerime. Siz nasıl karar verdiniz bir düşünün bence, belki kadın görünümlü erkek belki de erkek görünümlü kadınsınızdır! Ya da hiçbir şeysinizdir, hiçlik hani, bilmediğimiz o durum. Tuhaftır ben sağımı solumu asla bulamam hatta vücudum böyle bir bilginin farkında değil diyebilirim. O yüzden yön kavramım yoktur, uzayda süzülen dünyamızdan çıktığınız anda hissedebileceğiniz yönsüzlük bende hep vardı. Bir yeri tarif etmek, benim için teorik fizikten daha zor bir konuydu, hayat boyu yön tarifi yapamadım, neyse ki navigasyonu icat etti ciğerini yediğim bir insan evladı da kurtuldum. Nasıl araç kullanıyorum peki J Allah beni böyle yaratmış kadersiz yavrum, talihsiz Ruhtzu J sağa döneceğime sola girip çoğu kez trafiği felç ettim, küfürler eşliğinde yolları terk edip münzevi hayatıma çekildim. Çoğunlukla kullanmıyorum, bana araba yakışmıyor zaten! Jet alacağım, ohh yönsüz göklerde ferah ferah gezerim J


      Siz bunu okuyan, bir kadınsanız ilk kez bir erkeği nasıl sevdiğinizi ya da hangi sebepten sevdiğinizi bir düşünün, erkek okuyucuya da aynı görevi veriyorum. Çocukluktan çıktınız, sivilceli bir ergensiniz; kim dedi size bir kadını/erkeği sevin diye? İçgüdüleriniz mi? Aileniz mi? Toplum mu? Arkadaş çevresi mi? Ne oldu da bu kararı verdiniz? Ben veremedim çünkü bana verdirdiler, herkes kız olduğum için bir erkeği sevmem gerektiğini söyleyip durdu. Peki ben? Ben aslında ne hissediyordum, erkeği ya da kadını sevmek demek ne demek ki? Din olgusu yüzünden derseniz asla tartışmayalım konu kilit, dinde öyle bir sınır yok benim anladığım kadarıyla. Daha geçen gün göbeğine kadar sakallı, cüppeli (muhtemelen eşcinsel) bir âlim! “İslam bir erkeği sevmenize karşı değil” diye açıklama yaptı. Ha niye bu örneği veriyorum; bizim toplumumuzda 30 cm sakalınız varsa her sözünüzün doğru olduğuna dair kör bir inanç varda ne yazık ki! Bilmem ne hoca böyle demiş ‘doğrudur’ aman sorgulamayın, şurada bir Şıh varmış böyle buyurmuş ‘doğrudur’ yapın… Siz doğrularınızı neye göre seçiyorsunuz? Din, vicdan, adli kurallar, toplum süzgeci??? Yani sorduğum asıl soru şu erkeğin erkeği kadının kadını sevdiği bir toplumda, dinde dünyaya gelseydiniz, doğrunuz o mu olacaktı, bu durumu normal karşılayıp ‘evet kadınların kadını sevmesi tek doğrudur’ deyip bunu mu savunacaktınız?  Yoksa güdüleriniz neyse onu takip edip mutlu olduğunuz şeyi mi seçecektiniz? Bunların cevabını istiyorum acil olarak J Evrimimiz sırasında ki doğal süreçte erkek-kadın çiftleşmesini önemli buluyorum, sevişemeselerdi çok büyük ihtimalle şu an bunları yazıyor/okuyor olmayacaktık. İlk kadın ve erkeğin birlikteliğini merak ediyorum doğrusu, ne oldu acaba J kesin erkek gelip dürtmüştür “kalk, kalk sevişmeyi buldum” kadın “o ne bee gereksiz, bende baş ağrısı diye bir şey buldum” (sevişemedi)… ayy çok kıllılar, gusül desen yok zaten, mağaranın taş zemininde altta olanın götüne giren taşlarda cabası J sırf çoğalmak için zorunlu seks, yazık la. 25 tane çocukları olmuştur da bu salaklar evlat sevgisinden bihaber olduğu için yemiştir yarısını bence! Sonra ki yıllarda grup denemeleri falan olmuştur, kadın tribe girer “Mahmut’un karısında 3-5 kıl eksik diye onu okşuyorsun hep” J J erkek “ne alakası var yaa” diyerek ilk çapkınlık yalanını icat eder… Tabi şanslılar silikon meme dudak yok, kıyafet, makyaj derdi yok her şey doğal, bol zaman, bol kıl, bol seks, sonra işte nüfus yedi milyarı buluyor vik vik ötüyorsunuz! Bütün suç homo erectus atamızda J


        Can alıcı tespitlerimi yaptım sorularımı sordum, bu yazıyı okuyup 13 kere sms atan yok yok değil, onu başka yere yazacaktım J Kendime doğru içsel bir yolculuğa çıktım son yıllarda, en çok takıldığım konu bu oldu. Kadın olmak/erkek olmak, toplum önünde en doğru olmak, aile tarafından onaylanmak, heteroseksüelsen normalsin başka herkes anormal, sevişmekten gurur duymak, homofobik olmak!, aynı cinsle ilgili fantezi kurduğun anda ki suçluluk! Üzerine düşündüğüm şeyleri KADINDAN ERKEK/ ERKEKTEN KADIN bölümünde yazacağım, merak ediyorsanız; eşcinsel değilim, hiçbir kadına karşı bir his oluşmuyor içimde (aradım çünkü o hissi), fantezilerim elbette var ki bence herkesin olmalı. Öyle mal gibi erkekler için ağlayan, âşık olan kız modundayım, bu noktaya nasıl geldiğimi sorgulayan bir insanım sadece. Homofobik değilim hatta hiç olmadım, eşcinsel erkekleri oldukça eğlenceli buluyorum ki birçok arkadaşım var. Lezbiyenlere de denk geldim, samimi bir dostum olmadı aralarından, dünyalarını merak ediyorum ama hiçbir fikrim yok. Yargılamak yerine sempati duymayı tercih ettim hep, anlamaya çalıştım ben kendi tercihsizliğimde kaybolmuşken. Hayatımın bir dönemini aseksüel olarak geçirdim, zar önemliydi yurdumda ki fahişe olmaya niyetiniz yoksa öyle her önünüze gelenle sevişemezdiniz! Oysa erkekler sevişmezse büyük kabahatti, erkekle kadın arasında olması gerek diye tutturup sonra kadına yasak koyup ne beklediniz lan siz? Tüm erkeklerin ya gay olması ya da kerhaneye gidip yine bir kadınla yapması lazım. Manyaksınız kuzum J







       İlk tanıştığım eşcinsel erkek çok yetenekli bir kuafördü, moda dünyasında fırtınalar estirebilecek kapasiteye sahipti. O zamanlar kendisi farkında mıydı bilmiyorum ama insanın mimiklerine işliyordu tercihleri, belki bilerek belki bilmeyerek; kırıtıyor, zarif el hareketleri yapıyor, aynada sürekli kendini süzüyor, yakışıklılara iç çekerek bakıyordu. Onu yadırgamadığımı anlamış olmalı ki benim gibi mesafeli bir insanla anında samimi olmayı başardı. Kahveler, sigaralar, dedikodular havada uçuşuyordu, tanımadığım insanların hayatını öyle komik anlatıyordu ki müdavimi olmuştum. Bulunduğum semtte çoğu kadının tercih ettiği bir salondaydı, arkadaş çevremde geliyordu oraya. Kızlar birbirini dürtüp onun hareketlerini gösteriyor,  bıyık altından gülüp aşağılıyordu sanki kendileri kusursuzmuş gibi, kaşarlar! Birkaç kez tersledim “önemli değil” dedi kelebeğim J sıklıkla karşılaşıyordu muhtemelen bunlarla. “sen muhteşem bir kızsın, çok kırılırsın, böyle olma” dedi bir gün ve ortadan kayboldu. Patronu anlayışlı bir insandı, çok aradı sağda solda, bizde soruşturduk bulamadık. Sonra ben başka bir semte taşındım ama unutmadım onu, arada arkadaşlarımla adını anıp merak ettik, numarasını çevirip çevirip ulaşamadık. Dört yıl sonra tesadüfen o semte taşınan aile üyelerimden bir kadın çok iyi bir kuaför bulduğunu ballandırarak anlatıp bizi de sürükledi. Kelebeğimin ortadan kaybolmasıyla kuş boku rengine dönen saçım (ki kadın için dünyaya gök taşı çarpmasından daha önemli biliyorsunuz) yeterince kötü durumdaydı. Allah, kendini kuaför sanıp aslında at berberi olan geri zekâlıların evlerine ateşler salsın J Ben saçımı o renk mi istedim hııı, yapamayacaksan yapamam de, saçın götüm gibi de, ama bana yaparım deme çünkü inanırım! Neyse kalktık gittik, hoş bir yer, sahibi bakımlı samimi bir kadın, oturduk önümüzde 35 kişi var. Ortalık altın gününden hallice, sigara, çay, dedikodu var bol miktarda. Az sonra iki tencere sarma saracak kıvamda teyzeler, yeni model saçlardan istiyor ama 1930 model araca da her parça uymuyor sonuçta. Saçlarını atkuyruğu yapmış, çirkince, bayan bir çalışan beni süzüyor arada. Bende sanki tanıyacak gibiyim ama ömrü hayatımda bu kadar çirkin biriyle hiç tanışmadım diyorum kendi kendime. O sırada saçlarını attıra attıra bir kız girdi içeri, tiki hareketlerle o çirkin bayana sarılıp öptü, geldi yanımda ki koltuğa oturup beni görünce bir feryat kopardı ayı “Ruhtzuuuuuuuuu” diye. Iyyy sinir bozucu bir tip olduğundan (benim sevgilim bana pembe ayıcık aldııııı, benim sevgilim dudişimden öptüüüüü kıvamında) telefon defterimden silmiştim. “ayy canım sen miydin, yaa telefonu kaybettim bütün no’lar gitti” lanet karı diyorum tabi içimden, çirkin kız da geldi muhabbeti dinliyor. Ciciş arkadaşım ‘kelebeği’ tanıdın mı ne kadar değişmiş değil mi dedi! Ben şok!!! Lan kız sana ne olmuş böyle, kamyon mu çarptı diye sarılıp ağladım yeminle J O da bana “hayatım saçın o kadar berbat ki bende seni çıkaramadım, bir saattir süzüyorum” dedi. Birbirimizi yeterince aşağıladıktan sonra bir kenara çektim bunu ‘anlat’ dedim nerelerdeydin, niye bir anda kayboldun ortadan? Malum bir aşk hikâyesi, hem eşcinsel hem yasak… Adam evli 2 çocuk babası, adı sanı bilinen bir iş adamı, sosyal yaşamda bir hetero, tesadüflerin çok olduğu yuvarlak gezegenimizde bunlar karşılaşıyor. O sırada ehhh işte bir yakışıklılığa ve bolca cilveye sahip ‘kelebeğimle’ orta yaşlı ‘iş adamı’ aşk denen ortak paydada buluşuyor. Vaatler, evler, arabalar, ameliyatlar, boşanmalar, ayrılmalar, barışmalar derken gittikçe şekil değiştiren ‘kelebekle’ adam bozuşuyor, kıskançlıkta işin içine girince (adam kelebeği bir başka adamdan kıskanıyor) kapıyı koca bir servetin üzerine çarpıp çıkıyor kuzucum. yarım kalan ameliyat seansları yüzünden böyle tuhaf görünüyordu, kalan kısmı için sponsor bulmuştu birkaç tane. Yeni sevgilisi ve eski büyük macerasının fotoğraflarını gösterdi telefonundan, dibim düştü! Ben kadın halimle mümkün değil hiçbirini ayartamazdım, ilişkiler yumağı güzellik etrafında dönüyormuş gibi gözükse de aslında öyle değildi. Gönül kimi severse oydu dünya güzeli… Dört yılı böyle dolu dolu yaşamış, koca bir aşk, sokaklarda taciz, aile içi şiddet, erkeklikten kadınlığa uzun bir yolculuk, neredeyse tüm dünyayı karşısına alma cesareti göstermişti ‘kelebeğim’. Çok mutlu olmuştum onu bulduğuma, yaklaşık yedi yıl boyunca ondan başka kimse makas süremedi saçlarıma, çok sevdiği bebek saçlarıma. Ailemin tüm kadınları müdavimi olmuştu, kuaför kuaför peşinde dolaşıp duruyorduk, aylık dedikodu seansı yapıyordu bize, kimseye bir zararı yoktu ki en büyük ziyanı kendineydi. Sonra sığamadı o şehre, milyonlarca hırsızın, arsızın, orospunun, pezevengin, alçağın, iyinin, kötünün, caninin, tecavüzcünün olduğu muhteşem ama zehirli şehre. Bir gecede terk etti, tıpkı yıllar sonra benimde yapacağım gibi, gitti… Gitmek çözüm değildi, bilmiyordu ama gitti işte. Çok üzüldüm, öyle iyi bir insanı kalbinde barındıramayan şehir suçluydu, harap etmişti hepimizi. Yaşam gittikçe zorlaşıyor, binlerce iyiyi dışarı kusup, binlerce kötüyü içine alıyordu. Boğazımıza kadar hüzne batmıştık, ya boğulup ölecek ya da o boğazı aşıp kaçacaktık…


   Yıllarca telefonda konuşup, kopmamaya çalıştık birbirimizden. Yine de koptuk, hayat başka planlar kuruyordu bizim için. Bugün onu andım niye bilmiyorum belki o da beni geçirdi aklından. Huzurlarınızda ‘kelebeğimin’ eşcinsel bedeni ve muhteşem kalbi şerefine saygıyla eğiliyorum…
 






20 Nisan 2016 Çarşamba

EVLATLIK ÇOCUKLUK

                            


                  Üreme Birlikleri Koop. A.Ş Gururla Sunar



     Neden ürüyoruz? Kime karşı bu savaş? Üredik ve milyarları buldu nüfusumuz, hiç sordunuz mu niye? İçgüdü, toplumsal hareket, bereket, zevk, hiç öylesine yeşillik olsun diye mi? Cevabınız ne bilmiyorum, ben fazlaca üremeye karşıyım arkadaş! Ben derim ki az olsun öz olsun, doğurup doğurup sokağa atacağınıza doğurmayın, sevmeyecekseniz, sahiplenmeyeceksiniz niye çocuk sahibi oluyorsunuz deli misiniz? Atamız homo erectus (homo erectus demişken aşağıda ki resim de aynı dayım haa! Sizi bilmem ama benim sülale bununla akraba) dinozor ırkıyla bir üreme savaşı başlatıp dünyaya hakim olmuş olabilir, bunu gen kodlarımıza işleyip bugüne taşımızdır belki ama yeter bırakın bence! Kabak tadı verdi sizin çoğalma hırsınız, dünyanın dört bir yanına saçtığınız sperm ve yumurtalarınız yeterince bela açtı başımıza. Yok, illa yapacaksanız biraz özenin, bir Einstein, bir Galileo, bir Mustafa Kemal yapmaya çalışın da bari gözümüz gönlümüz dahi, lider, kumandan, kâşif görsün, insanlığı bir değil on adım ileri taşısın. Tayyip gibi adamları doğurup musallat ediyorsunuz milyonların başına!


 
    Yeterince beyninizi yıkadıysam asıl konuma geçeyim sevgili okuyucu! İlk kardeşimin ölü doğmasından sonra doktorlar obez anneme 1 yıl boyunca doğum yapmasını yasaklamışlardı. Kordon dolanması sonucu ölen minik bebecik, babasının kollarında ebedi istirahatgâhına kadar taşınmış ve defnedilmişti, ben sonradan öğrendim tüm bunları. O sırada biliyorsunuz azap çekmekle meşguldüm, kardeşim anne karnında kendini intihar ettikten sonra bunun yükünü benim omuzlarıma bırakarak cennetine geri dönmüştü. Yıllardır çocuk (öz) hasretiyle yanıp tutuşan bıbıcım benden nefret ediyordu, hatta karı-koca, her şeyden herkesten nefret ediyorlardı. Sanırım bu ölüm onları ucu görünmez karanlık bir tünele sokmuştu, evde matem havası o kadar uzun sürdü ki, kanserden ölen ilk eşin kemikleri çürümeden evlenen çift, sanki orada tutulmayan yası buraya aktardılar. Abarttıkça abarttılar bu olayı, bebeğin ölümüne benim neden olduğumdan tutunda, halalarımın büyü yaptırdığına, x anneannemin bu evliliği kıskandığına kadar türlü dedikodular döndü durdu. Gittikçe çirkefleşen çift kendi aileleriyle de arayı bozdu, annem kardeşine, yengesine, x anneanneme savaş açıp sadece kendisinin haklı olduğunu savundu. Babam halalarıma, amcalarıma, annesine, halen görüştüğü eski eşinin ailesine karşı doğu cephesini kumanda ediyordu, ben bu savaşta tahrip edilmiş birlikler komutanıydım! Yaralıydım ama bırakmıyordum komuta etmeyi, hem anne-babamı hem de evimizi korumaya çalışıyordum düşman birliklerinden. Aha şuradan bir dedikodu geldi gümmm atıyordum el bombasını! Bu taraftan top sesleri yaklaşıyordu hemen siper alıp anti-dedikodu gazı salıyordum! En son dipçikle halamın kafasına vurdum, çünkü en büyük dedikodu komutanı oydu, karşı güçlerin Winston Churchill’i büyük halam yenilgiye uğrayınca, birliklerini toplayıp geri çekildi. Sayemde savaş sona ermişti, beyaz bayraklar asıldı balkonlara J Yok lan şaka tabi, herkes birbiriyle küstü bir de yemin ettiler birbirlerinin cenazesi dâhil hiçbir şeyine gitmeyeceklerine dair. Tanık olduğum kadarıyla gitmediler hakikaten. Olan yine bana oldu, hem çok sevdiğim x anneannemi kaybettim hem de kuzenimi! Kindar annem “bir daha okulda x’le oynamayacaksın, gelip uzaktan izleyeceğim eğer görürsem oradan alır başka okula veririm seni!” Senin ananı sikeyim orospu! Ben sanki götüme kamera takılmış gibi ertesi gün kuzenime gidip “sizinkilerle kavga etti ya bunlar, benim seninle oynamamı yasakladılar ühüüü” dedim. Zavallı kız “olsun biz yine oynarız” dedi ama ben sözümün eriydim, oynamam dersem oynamazdım, mal çocuk J Öğretmene de söyledim sıramı değiştirmek istiyorum diye L Zaten kadın bıkmıştı bıdı bıdı konuşmamızdan, sonra evde olduğu gibi okulda da yalnız kaldım. Teneffüse bile çıkmıyordum çoğu zaman, öyle sıramda oturup ebleh ebleh resim çiziyor, kitap okuyordum. Şapşal bir çocuğun yanına vermişti öğretmenim beni, tembeldi üstelik, yardımcı olmam rica edildi. Bir gözü diğerine göre tuhaftı, o zamanlar yoktu ama şimdinin asi rockçısı Hayko Cepkin’e benziyordu. Bir gün bana sinirlenip kafama metal kalemlikle vurunca intikam almakta gecikmedim; onun resmini çizdim! Ama karikatür gibi komik bir şekilde, ertesi gün annesi okula geldi, ortalığı yıktı! Benim aile terbiyemden tutunda öğretmenin basiretsizliğine kadar bir dizi yaygara koparıp, ocakta bıraktığı yemeğinin başına geri döndü. Bütün sınıf yahni kokusunu almıştık, öğretmenim manyak velisinden yediği fırçanın etkisiyle bana bir darbe indirdi, en arka sıraya (malum tembeller sırası) attı pek zeki bulduğu öğrencisini. Ondan sonra çok geri kaldım derslerden, sebep üst üste yaşadığım olaylar mı yoksa içime kapanmam mı bilemiyorum ama zavallı psikolojim fena zedelenmişti bu dönem…kuzenimi uzaktan izleyip kıskançlık krizlerine giriyordum, kıza günaydın bile demediğim için başka grupla arkadaş olmuş, iki kanka edinmiş gülüp eğleniyordu şirifsiz...









  Yeni bir gebelik haberi duymuştum hem de karşı komşumuzdan! Aradan geçen bir buçuk yıla yakın zamanda her şey aynı boklukla devam etti, sadece anne-babam yeni dostlar edinmişti çıkarlarına göre! Bazısı çiftçi, bazısı tekstilci, tuhafiyeci, doncu, sütçü, tüpçü, kumaşçı, tekel bayii, alüminyum doğramacı (onu bende anlamadım), avukat, metafizikçi ve bir adette kamyoncu tanıdığımız olmuştu. Her tipten, statüden insan evimize girip çıkıyordu, menfaatlerine göre insanlarla samimiyetin dozunu arttırıp azaltıyorlardı, mesela; mevsimine göre çiftçi ailelerle görüşülüyordu, çilek, elma, portakal, muz ticareti yapan adamla karısı bir de perdelere sümüğünü silen oğullarıyla yaz ve sonbaharda samimiyet artıyordu. Sebze ticareti yapanlarla kışın özellikle bağ güçleniyordu ki sera malı yememek için, hem de pazarda pahalıydı. Külot bakımından yine sıkıntı yaşıyordum çünkü üstüme başıma bakılmıyordu ve her gün büyüyordum lanet olası! Don atlet ticareti yapan kadınla ilişkiler belirli düzeyde tutuluyordu, ben yine donsuzdum tabi. Tekstilci adam biraz problemliydi ama olsun, eşofman, tişört, şort ihtiyacı fabrika çıkış fiyatına alınıyordu. Avukat mevzusunu ayrı olarak yazacağım, sütçü aile hem taze süt veriyor hem de kazıklamıyordu ama çok pis kokuyorlardı (insanları koklamak gibi bir alışkanlığım yok, anne-babamın yorumları bunlar). Metafizikçi amcayla deli kardeşi sürekli olarak evde büyü olduğuna inanıp, her yeri çamaşır suyuyla siliyordu J evlerinde ki koltuklar alacalı, perdeler yıkanmaktan haşat olmuş, elleri parçalanmış vaziyetteydi. Bizim evde büyü olduğuna inandırdı mal ailemi, yuvarlak bir masanın etrafına toplanıp hiç kıpırdamadan dua okuduk yere bakarak, tabi ben gülme krizine girip üstüne de dayak yedim… Kurşunda döktüler sonra ama büyü o kadar kalıcıydı ki bilimsel tüm yöntemler denendiği halde (klorlu su, tuz ruhu, kurşun bunlar bize bilimin kazandırdığı şeyler değil mi kardeşim!) başarılı bir sonuç alınamamıştı. Kalıcı makyajın kökeni falan hep buraya dayanıyor bence... En sonunda benim büyülü olduğuma karar verip çamaşır suyuyla yıkadılar ebesini siktiklerim, az kalsın kör oluyordum! Her yerim cayır cayır yandı, hassas tenim kıpkırmızı oldu.  Okulda öğretmenim sorduğunda korkudan bir şey diyemedim, leş gibi çamaşır suyu kokuyordum. Tüm bunlar olurken hamilelik ortaya çıktı işte, bana söylememelerinin nedeni belli, nazardan korumak istiyorlardı veled-i zinayı. Bende hiç takmadım zaten, ilk bebekte olduğu gibi hazırlık falan yapmadım, duyduğum zaman tepkisiz kaldım hatta. Aile çevresinden kimse gelip gitmiyordu, herkesle bağlar kopmuştu, bu sefer ki doğum başarıya ulaşacaktı derken sezaryene karar verdi doktorlar. Ameliyatın olacağı gün beni de götürdüler hastaneye, anneannem, ben, babam koridorda beklerken doğdu minik yavru, çok güzel bir bebekti J Odaya getirdikleri zaman hayran kalmıştım doğrusu, anne ehhh işte baba da fena değil bir yakışıklılığa sahipken bebeğin ultra güzel olması şaşırtıcı bir durumdu. Eve döndüğümüz zaman pek dolanmadım bebeğin etrafında, ilk doğumda ki korkudan olsa gerek, bir şey falan olursa benden olduğu düşünülmesin diye tabi. 


  Bebeğin olması bana ekstra bir sorumluluk yükledi, besleme Ruhtzu! mal Ruhtzu! Senin neyine mutluluk, aile hayatı falan, bok ye sen! Sıkıcı ev ve okul hayatıma eklenen yeni işlerden biri beşik sallamaktı, çocuk ıhh dese “koş Ruhtzu” modundaydık. Ağlamasına asla izin verilmiyordu, erkek olması doğuştan bir statü kazandırmıştı bebişimize. Yalnız, ben ağlamasın uyusun diye çabaladıkça tersi işliyordu (Murphy ananı sikiyim piç) yine! İlk yıl çocuğu susturma, ikinci yıl konuşturma çabaları ile geçti. Büyüdükçe güzelliği arttı yavrucağın, stüdyo fotoğrafını görenler kartpostal sanıyordu. İnsanlara göre tek kusuru geç yürüyor geç konuşuyor, bana göreyse gittikçe zalimleşiyor olmasıydı. Ben sevgi, ilgi gösterdikçe şehzade hazretleri saçlarımı yolmaya, tırmalamaya, tokatlamaya başladı, annesinden ne görürse aynısını yapıyordu. Yıllarca kucağımda taşıdığım bebek büyüyüp benden nefret eden hırçın bir çocuğa dönüşüyordu. Annesi “git vur şu kıza” diyordu, O da gelip vuruyor zevk kahkahaları atıyorlardı karşılıklı. Zamanla küfür etmeyi de öğretti, gayet kaba bir ağızla yaşından beklenmeyecek küfürler savuruyordu, ne demek olduğunu bile bilmeden. Çok sinirlendiğim zaman birkaç kez ben vurdum, etini çimdirdim ama pişman oldum… O bu davranışları yapıyor diye benim de aynı şekilde karşılık vermem yanlış geliyordu, herkes tabiatı neyse öyle olmalıydı bence. Çocuk büyüdükçe benden daha çok nefret etti, ben onu daha çok severken. Zehirli bir bilince sahip annesi, erken yaşta yıkamıştı güzelim çocuğun beynini, şimdi merak ediyorum acaba ne haldedir diye… İkinci bir doğum daha oldu ilerleyen yıllarda, onu da son dakika öğrenmiştim. Yine erkekti ve bu sefer ki benim veledimdi J Gerçek bir prens dünyaya gelmişti, hayatımda hiçbir çocuğu böyle sevmedim. Annesi ilk çocuğa çok düşkündü, öbürüne o kadar ilgi göstermemişti. İkinci velet süt emmeyi bırakır bırakmaz, okulda olduğum zamanlar harici, hep benimleydi. Yanımda yatıyor, anne diye hitap ediyor, bensiz yemek yemiyor, uyumuyor, ne bulursa bana getiriyordu. Yarısı ısırılmış çikolata, saksıdan koparılmış bir çiçek, ben ders çalışırken aşırıp sakladığı silgim, minik bir öpücük, üzgünken tatlı bir sarılış, ağlarken gözyaşlarımı silmesi, oyun oynarken naif davranışları, elimi hiç bırakmayışı… O benim çocuğum olsa bu kadar olurdu, öyle içime işledi ki sevgisi, aramızda şu an asırlar olmasına rağmen tatlı tatlı seviyorum onu uzaktan, hep dua ediyorum. Zamanla bu durumu fark eden anne engel olmaya çalıştı ama başarılı olamadı, küçüğe yakınlaştıkça büyük evladını kaybetme riski doğdu, benden koparmaya çalıştı miniğimi ama öyle sıkı sarılmıştı ki hiçbir güç ayıramazdı güzelimi. Sevgimden mahrum kalan büyük velet (kaybedilen her şeye karşı verilen meşhur çaba) beni tekrar kazanmak için şirinlikler yapmaya başladı, oralı olmayınca kıskançlık hastalığına tutuldu. Ben sonsuz sevgimi verecek yeri çoktan bulmuştum, yer gök yıkılsa tek sarılacağım küçük meleğimdi, ayrılmak zorunda kaldığımızda günlerce ağladım onun için, evin yakınlarına gidip izledim defalarca, özlemimi dindirdim. Heyhat, şair! kalk gidelim buradan, yerimiz yurdumuz başka mekândadır, zaman bendir, ben zaman, hiçlik bendir, ben hiçlik…


  Şimdi biliyorum ki oğlum büyüdü, gurur duyduğum bir delikanlı oldu, onunla ilk tanıştığımda ergen bile değildim. Belki görse hatırlamaz, ben arada açıp bakıyorum fotoğraflarına, başarılı, sevilen, sayılan bir genç. Doğaya düşkün, müzik seviyor, insan, çocuk, kadın, erkek, hayvan hakları savunucusu, kitap okuyor, arada şiir yazıyor, tüm ırklarla kardeş, inançlara saygılı, evreni anlamaya çalışıyor, bilim meraklısı… Sevgili kadın okuyucularım ve tabi bende! Lütfen çocuklarımıza saygı sevgi kavramlarını iyi öğretelim, etrafımızda ki her şeyi sevmeye çalışsınlar, sadece kendi kanımızdan, ırkımızdan olanları değil. Katiller, tecavüzcüler, tacizciler, kindarlar, savaşçı ruhlu çocuklar yetiştirmeyelim, pipilerini her şeyden üstün tutmayalım. Birey olduklarını diğer bireylerin haklarına saygılı olmaları gerektiğini hep hatırlatalım. Herkes evladının başarılı olmasını ister, bunun temeli tam olarak yukarıda bahsettiğim yaşlara dayanıyor, 0-3 yaş arası bebelerimize sevgi ve güven duygusunu fazlasıyla hissettirelim, sonra güzel ahlakı, saygıyı, mesleği, dini, bilimi her şeyi öğretmemiz kolaylaşacaktır. Gerisi Tanrı’ya kalmış… Ben çocukların cezalandırılması taraftarı değilim, siz sevginizi tam verirseniz, iyi eğitirseniz olması gereken olur zaten. Zalim de olacaksa alim de olacaksa sonuç değişmez ya da bilmiyorum değişedebilir.  En azından iyi bir insan olmasını garantilersiniz, başarısız olsa da sevin, öpün, koklayın, şans verin...oldu, bye :)


 


16 Nisan 2016 Cumartesi

EVLATLIK ÇOCUKLUK



                    Ölü Doğumun İntikamı (kardeş katli)

           

     Her doğum gibi her ölüm de kanlı, ben aslında güneşin doğuşunu ve batışını, insanoğlunun dünyaya gelişiyle eş tutuyorum. Dikkat ederseniz gökyüzü kıpkırmızı oluyor ve gayet sancılı geçiyor o süreç… Canlı izlediğim pornoların bir sonucu olmalıydı, şapşik yeryüzünde sebepler, sonuçlar ve daha bilmediğim değişik kurallar vardı. Örnek Murphy! Adam bildiğin cenabet uğursuzun önde gideniymiş, neymiş efendim olasılıkmış istenmeyen sonuçmuşta zart zurt! Önce yüce din İslam’ın gusül abdestini öğren pezevenk! Bak bende bilmiyordum başıma neler geldi J


     Kışların ılıman ve yağışlı, yazların apış aranızı pişik edecek kadar sıcak ve kurak geçtiği Akdeniz şehrinde güya mutlu bir yaşam sürüyordum ki annemin hamile olduğunu öğrendim. Şimdi bunda ne var ki diyeceksiniz… Bir şey yok tabi, önceleri bende havalara uçtum, yalnızlıktan çok sıkılmıştım ve bir kardeşimin olması o sırada dünyada ki yegâne arzularımdan biriydi. Benim de ağzıma sıçalar! Sanki başka dilek hakkım yokmuş gibi gidip en bok dileği dilemiştim. Kadın bildiğin delirdi! Bir havalar bir kaprisler aman Tanrım… Daha önce ermiş sabrında olan karı gitti yerine cadaloz biri geldi, sanki peygamber hırkasını çıkardı da aşağılık bir insan şekline büründü. Başka örneklerle de tarif ederdim de valla ben yoruldum, annem acayip bir değişim geçirmişti. Bir kere ben artık 2. sınıf öğrencisiydim, büyümüştüm, sabahları kendiliğimden kalkıp, kahvaltımı yapıp, okula gitmem bekleniyordu, çünkü karı-koca hamilelerdi! Kendi banyomu yapıp, ev işlerine yardım etmeliydim üstelik altıma işemelerime bir son vermeliydim, eee karı-koca hamilelerdi, benimle ilgilenecek halleri yoktu. Öküz gibi sabahtan akşama kadar yatıyor, yemek yiyor, bir daha yatıyorlardı, hamilelerdi dememe gerek yok herhalde. Haa birde sevişiyorlardı, yani ben adını bilmiyordum o zamanlarda, daha önce izlediğim olaylar belirli bir düzende devam ediyordu. Sonra bir gün, zaten obezite sınırında olan annem göbek bölgesinden şişmeye başladı, arada karnına kulağımı dayayıp müstakbel kardeşimin sesini duymaya çalışıyordum, nasıl bir çocuktu acaba? Gözleri ne renkti, saçları nasıldı, bana benzeyecek miydi (malum ben anne-babama hiç benzemiyordum, karşılaştığım mal beyinli büyükler “sen annene de babana da çekmemişsin, kime benziyorsun” diye sorup dikkatle yüzümü inceleyerek duygu taraması yapıyor, asıl kimliğimi hatırlatıyordu! Amına koduğumun meraklıları), adı ne olacaktı, bana abla mı diyecekti? Hayaller kurmaya başlamıştım çoktan kardeşimle ilgili. Bir kere okula beraber gidip gelecektik, çünkü yollar tehlikeliydi, evde en güzel oda onunkisi olacaktı, ben ona ip atlamayı, yedi kuleyi, saklambacı, beş taşı öğretecektim. Sayısı gittikçe azalan oyuncaklarımı benim eski, kardeşimin yeni odasına taşımıştım bile, gümüş saçları yolunmuş bebeğim onundu artık. Yalnızlıktan kurtuluyordum, yaşasındı! Ama olaylar bu halde seyretmedi, Murphy devreye girdi amın feryadı! Kardeşim ölü doğdu, ölü doğmak demek ölüp de doğmak mı yoksa doğup, dünyayı azıcık görüp de ölmek mi bilmiyordum o sıralar. Olayı biraz daha başa saralım; annem hamile, babam hamile yancısıydı, hayatım gittikçe sıkıcı bir hal almaya başlamıştı, kendi işimi kendim yapıyor, zor derslerin altından kalkmaya çalışıyordum. Kuzenlerimle mücadele halindeydik, acayip uyuz tipler vardı aralarında, üstelik kızamık çıkarmıştı bir kaçı! Bir gün halamlarda toplanmış, iki kız iki erkek çocuk evi savaş alanına çevirmiştik, Problem Child modası vardı o dönem J en son kız kuzenimi yatağın altına sokup, sopalarla dürtüklerken büyüklerin sabrı taştı, halam sırayla hepimizi haşladı, hamile ve kaprisli üvey annem korkunç yeşil gözlerini bana dikip, mimikleriyle yedi beni. İlk müthiş korku duyduğum andır! Bazen aklıma gelir, kadın bildiğin gözüyle işkence etti bana ya, enerji denilen olay gerçek valla bak! Dayak yiyen çocuklar benden şanslıydı, iki ağladı sonra oyun oynamaya devam etti piçler. Ben bildiğin felç geçirdim, eve dönene kadar bir köşeye sinip hiç kımıldamadan oturdum, voodoo büyüsü yaptı sanki kaltak! Eve geldiğimizde bir fırça da babamdan geldi, malum hamile kocasıydı ‘yaramazlıklarımın bir son bulması gerektiğini, bazı geçmiş cezaların yeniden verileceğini’ hatırlattı bağıra çağıra. Ulan gören de diyecek ki en sevdikleri yakınlarını öldürdüm, altı üstü saklambaç oynayıp, bir iki eşya kırdık. Birbirimize kısa süreli işkenceler yaptık; saç çekmek, çelme, cimcik, su fışkırtma gibi. Bunlar karı-koca bir abarttı ki sormayın… Sonra giderek her yaptığım gözlerine batmaya başladı, sabah okula giderken arkadaşlarımın gelip zile basması bile olay oldu, neymiş uykularından oluyorlarmış, bir iki kere okuldan geç geldim sebepte; ya kırtasiyeye uğrayıp abidik gubidik şeyler almam ya da yolda gelirken kuzenimle oyuna dalıyor olmamızdı. Vay sen nerelerdesin neden geç geliyorsun eve! Saat tutuyorlardı, 12.00 de çıkış zili çalıyorsa 12.10 da evde olacaktım, 1 dakika gecikirsem ceza alacaktım. Sabah okula giden, henüz 7 yaşında ki bir çocuğa kahvaltı yaptırmaktan, dersleriyle ilgilenmekten aciz iki yetişkin beni kendilerine stres topu yapmıştı. Üstelik bulaşık yıkamak, evi süpürüp silmek, banyoyu ciflemek, toz almak, çöpleri atmak gibi hafif sorumluluklarım! vardı. Her kız çocuğu bu gibi işleri öğrenip, annesine yardım etmeliydi, yoksa koca bulamazdı. Bir de bu bela açılmıştı başıma, sürekli olarak bilmem kimin oğluna beni vereceklerini, x kuzenimle nişanlayacaklarını söyleyip sinirimi bozuyorlardı. Gerzek anne-baba modeliydi tam, derslerimin zorluğuna rağmen çok başarılıydım, meslek için yönlendireceklerine ev işi, düğün-nişan, dantel örmekten bahsediyorlardı. Müthiş zekâmın nasıl telef edildiğini ayrıca yazacağım, temeli buraya dayanmaktadır. Yoksa karşınızda dişi bir İlber Ortaylı hatta Einstein J bile olabilirdi (kuantum mekaniği ve teorik fizik ilgi alanım). Neyse, attığım her adıma kızan ebeveynlerim olmuştu, hayırlı olsundu. Her gün okuldan koşarak eve geliyor, temizlik yapıyor, ders çalışıp uyuyordum. Nefes alsam bile ceza alır hale geldiğim için sosyal yaşamım sekteye uğruyordu, mahalle arkadaşlarım sokağa inmem, kuzenim onlarda kalmam için yalvar yakar izin istiyordu, göndermiyorlardı “işi var Ruhtzu’nun” diyordu kaltak karı. Anlamadıkları şey ‘ben bir çocuktum’ oyun oynamalı, televizyon seyretmeli, dans etmeli, öğrenmeli, kitap okuyup arkadaş edinmeliydim. Gelişimim için bunlar şarttı, yeni bir şeyler katmaları lazımdı bana. Bir bitkiyi saksıya ekip, su ve güneş ışığı vermeden çiçek açmasını bekleyemezdiniz, kendi haline bıraktığınız organizma ya ölür ya da olduğu yerde kalır, yaşam karakteri olmaz. Ben gittikçe içime kapanıp, yaşıma göre olmasalar da kitap okumaya vermiştim kendimi, diğer seçeneğim ders çalışmaktı, ikisini de iyi yapıyordum (bugün teşekkür ediyorum, bu özellikleri bana dolaylı da olsa kazandırdıkları için J ). Hamilelik konusuna geri dönecek olursak, doğumun yaklaştığını söyleyip anneannemi çağırmışlardı yakınlarımızda ki kasabadan, dindar bir kadındı. Beraber namaz kılıyorduk, ben okul yüzünden çoğu vakti kaçırsam da hafta sonu tam mesaiyle devam ediyordum. Bir gün sabah okul için uyandığım da evde kimsenin olmadığını fark ettim, hazırlanıp okula gitmek yerine geçmişte kalan bazı özgürlüklerimi yâd ettim. Kahvaltımı yapıp bütün sabah çizgi film izledim J öğlen olduğunda buzdolabında ki yemeklerden ısıtmadan yedim çünkü tüplü ocaktan acayip korkuyordum. Hala gelen giden yoktu, merak içinde beklerken birkaç yeri karıştırdım. Evde bazı bölümler bana yasaklanmıştı sebebini bilmiyordum, örneğin; yatak odası. Başucu komodinlerinde bulduğum balon gibi ama şeffaf beyaz, kaygan şeyi (kondom) şişirip onunla oynadım bir süre, annemin kıyafetlerini giydim, 25 beden büyüktüler bana! Babamın çekmecesinde ki renkli hapları bonibon sanıp yuttum azıcık! Üstünde anlamadığım bir marka yazıyordu. O sırada anahtarla kapı açıldı, babacım acayip bir şekil almış yüzüyle içeri girdi, koşarak kucağına atladım beni itti “neden okula gitmedin” diye de azarladı. “uyuyakalmışım” diye yalan uydurdum, annemi sordum “kardeşin öldü, annen hastanede yatıyor, halan gelecek yanına sakın yaramazlık yapma” deyip birkaç parça eşya alıp gitti. Ben ilk cümlede takılı kaldım oysa dünyam başıma yıkılmıştı! Ya ne uğursuz bir çocuktum ben, neyi sevsem kime bağlansam ölüyordu, ne ölümmüş amk! Kardeşim nasıl ölürdü, daha yaşamamıştı ki! Bu sefer de annem ölürse ne yaparım diye bir endişe kapladı içimi, koridora çöktüm, halam gelip de kapıyı çalana kadar hiç kalkmadım yerimden. Çok ağladım L halam yemek yedirip erkenden yatırdı beni. Kendisi de sürekli dua etti, ne için bilmiyorum. Ertesi sabah tatildi, erkenden kalkıp beklemeye başladım. Annemi çok merak etmiştim, ya bir şey olduysa diye içim içimi yiyordu. Bütün hayallerim yıkılmıştı, kardeşim için yaptığım hazırlıklar öylece duruyordu, balonlar, bebekler, beşiğin kenarına dizdiğim renkli yastıklar, oyuncaklar… Yine yalnızdım galiba, herkes kardeşi, anne-babasıyla mutluluk içinde yaşarken benim başıma sürekli garip olaylar geliyordu. Asıl ölmesi gereken bendim, henüz hiç nefes almamış bebecik değil! O sırada kapı çaldı, halam ve ben telaş içinde koştuk, annemin kolunda anneannem, babam arkada elinde çantalarla içeri girdiler. Gözyaşları içinde sarıldım tek tek, annem suratını çevirip, direk yatak odasına geçti, halamla anneannem sezaryenli hasta için çorba yapma yarışına girdiler. Bende mal gibi dolandım ortalıkta, babam kaybolmuştu, nereye gittiğini bilmiyordum. Kaybolmak iyi bir fikirdi! Odama gidip yorganı başıma kadar çektim, çok mutsuzdum… Akşama kadar evde ölüm sessizliği hâkimdi, arada ağlama sesleri duyuyordum, halam bana bir kere baktı kapıdan sonra gitti. Evden tamamen gitti ama, anneannem yemek yapma savaşının galibiydi, öz kızına kimse ondan iyi bakamazdı. Akşam babam eve döndüğünde bir hareketlenme oldu, bende dünyaya döndüm, tuvalete girip tam çıkarken anneannemin abdest almak için hamle yaptığını göz ucuyla gördüm ama ışığın düğmesine çoktan basmış bulundum, kıyamet koptu! Sizin komple sülalenizi sikiyim orospular, ödüm koptu lan! Kadın bana öyle bir bağırdı ki sanırsın bıçağı ciğerine sapladım çevire çevire canını alıyorum, yanlışlıkla oldu desem de inanmadı. Annem odadan babam salondan çıktı geldi bağırtıya, ne olduğunu dahi sormadan yapıştırdı tokadı! Nereliydim onu dahi şaşırdım, bir süre çift gördüm. Annem bağıra çağıra odama gönderdi, zaten çoktan ağlamaya başlamıştım ‘yarına kadar, tuvalet dâhil dışarı çıkmayacaksın’ buyurdu yüce sultanımız. Altıma işeyen bir çocuktum bugün de işesem biz zararı yoktu sonuçta…









    Sonra ki günler azap içinde geçti, okuldan geldiğim anda aynı evi paylaşmak zorunda olduğum yetişkinler çeşitli işkencelerle ağzıma sıçtı. Babam kesinlikle beni görmek istemiyordu, annem sürekli ağlıyor, bağırıp çağırıyor, yakaladığı yerde saçımı kulağımı çekip hırpalıyordu. Anneannem zaten manyaktı, tüm evin işini bana devretti, soğan soyup patates doğramaya, cam silmeye kadar her şeyi yaptırıyordu. Gelen giden eksik olmuyordu, cenaze evi ritüeli başa sarmıştı. Annemin tüm akrabaları akın etti köyden, daha önce görmediğim çeşit çeşit insan geliyor, yiyor içiyor, yatıya kalıyordu. Aşevine döndü ortalık. Kesinlikle ders çalışamıyordum, okuldan gelip direk iş yapıyor, akşama kadar yorgunluktan canım çıkıyor sonra uyuyakalıyordum. Öğretmenim birkaç kez azarladı, kuzenim iyilik yapıp kardeşim öldüğü için moralimin bozuk olduğunu, ders çalışamadığımı söyledi, canım yaa. Bu gelen akrabalardan en fitne fesadı bir gün bana bir soru sordu “kardeşinin ölmesine üzüldün mü”  “kardeşime oda hazırlamıştım, balon şişirdim ne güzel oyun oynayacaktık” diye çocuk saflığıyla cevap vermiştim. Çünkü henüz yetişkin ikiyüzlülüğünün, yalancılığının bilincinde değildim. Bu verdiğim cevap anneme şöyle iletilmişti: “Ruhtzu kardeş istemiyormuş, kendi kendine oyun oynamış çok mutlu olmuş kardeşinin öldüğü gün”… Tanrım yalvarırım hiçbir dünyada bir araya getirme böyle insanlarla, hayatta ki en zor şeylerden biri yanlış anlatılan ya da anlaşılan bir şeyi geriye çevirmektir. Bu iftira yüzünden, zaten korku içinde olan kalbim unutulmaz bir sarsıntı yaşadı. Anne-babamdan uzun süre dayak yedim, tuvalete kapatıp kapıyı kilitlediler, ışık yok, acı çok, yaşım çocuk. Cümle âleme benim ölü doğan kardeşe sevindiğim yayıldı, arkadaşlarım benimle okul yolunu paylaşmadı bir süre. Komşulardan salak olan teyzeler yüzüme karşı “kötü kalpli çocuk” dedi. Çürük domates atıp taşlayanlar oldu! Yok, abarttım tabi, ama mal olan herkes inandı buna. Halalarım ve iki kuzenim doğrusunu bana sordu, akıl yoluyla gerçeğe ulaşıldı ama o anların hepsi ‘müthiş hafızama’ işlenmişti artık. Annem benden nefret ediyor, açıkça belli etmekten de çekinmiyordu “sen benim çocuğumun ölümüne sebep oldun” dedi bir gün! Allak bullak olmuş beynim, haşatı çıkmış zavallı RUH’um bunu kabul etti. Ya kardeşimi benden çok severlerse diye aklımdan geçirdiğim ama kimseye söylemediğim bir kıskançlığım vardı, bu düşüncemi kendime kanıt olarak sundum, kabul ettim; önceki iki annemi, kediyi, kuşları, kardeşimi ben öldürmüştüm, hem de düşünce gücümle! Atom bombasını atıp kitleleri katleden de bendim, Irak-Kuveyt savaşının sebebi, Çernobil’in tek sorumlusu, Osmanlı’nın yıkılışı, Afrika’da ki açlığın nedeni, Alman-Sovyet savaşının, Hitler’in ortaya çıkışının, Bülent Ersoy’un dönmesinin hatta Big Bang’ın sebebiydim amk! Tüm bunlar ben düşündüğüm için vardı, ben olmasam bunlar zaten yok olacaktı, ilk intiharımdır bu!


     Dünyadaki tüm yetişkinler suçsuz, naif, pırlanta kalpli, sevgi pıtırcığı, dost canlısıydı, benim boyum çocuktu ama en çok günahı ben işlemiştim, en suçlu bendim. Ölmeliydim! Var olduğum sürece bir karı-koca müthiş acılara! gark olacaktı, yok olmalıydım. Sırra karışmalı, varlığımı sonlandırmalı, yıldız tozuna dönüşünceye kadar durmadan parçalara ayrılmalıydım… Hiçbir yetişkin bu denli acı çekmemişti, çocuklar ne kadar insafsızdı. Tüm savaşların, yıkımların, TECAVÜZlerin sorumlusu çocuk bedenimizdi, lanet varlıklardık. Biz olmasak yetişkinler (analarının amlarından yetişkin olarak çıktıkları için) dertsiz tasasız yaşayıp gideceklerdi. Çok sorunluyduk; sevgi, ilgi, bakım istiyorduk, duygularımız güçlüydü, sanat yapıyorduk, hayal kurup yeni bir dünya yaratıyorduk, neşeliydik, hiçbir şeyi dert etmiyor, inançlarla kendimizi yormuyor, parayla, hırslarla kalbimizi kirletmiyor, ırklara farklılıklara inanmıyor, bölmüyor, tam tersi birleştiriyorduk… Çok savunmasız çok saftık, yazık ettiniz biz çocuklara L


     Netice de her şey daha da boka sardı, evin içinde harabeye döndüm. Mutsuzluk ve yalnızlık hep vardı, üzerime bir de ölü kardeş sorumluluğu yüklendi. Ağır yüklerim arttıkça arttı hayat boyu, ne zaman ki ben taşımaktan vaz geçtim öyle indiler sırtımdan. Bana söylenen her şeyi kabullenip inanan bir yapı oluştu o sırada benliğimde; ‘kardeş katilisin’ evet! ‘kötüsün’ evet! ‘tembelsin’ evet! ‘başarısızsın’ evet! ‘çirkinsin’ evet evet evet evet… Beni soktukları şekle çok uzun süre inandım, kendime inanmaktan vaz geçip, ‘umut’ diyen sesi bastırdığım günler çok feciydi. Mutluluk hem yakın hem uzaktı, hem vardım hem yok!!!

 

 

 
  


   

13 Nisan 2016 Çarşamba

EVLATLIK ÇOCUKLUK



              Bir Gün Yine İntihar Ediyorum…



   (Yazar burada sırıtıyor) Binanın çatısındayım, 5 katlı sanırım, birazdan boşluğa bırakacağım kendimi. Aşağıda mızrak uçlu demir parmaklıklar var, Battal Gazi filmlerinden gördüğüm uçlara çakılış anımı hayal ediyorum, hala çocuğum. Belkemiğimden girmiş mızraklar, ikiye katlanmış vücut, saçma sapan bir duruş, kan, vahşet ya da kafatasımdan çıkmış demirler, biri gözümü birkaç metre öteye fırlatmış… Kıç üstü çakılırsam çok acır off offf J Kazıklı Voyvoda’nın esirleri gibi görünürüm herhalde. Bu sahne de Kara Murat’tan galiba, bu kadar tarih! filmi izlersen olacağı bu. Ayy bir de ölmezsem, kıçımda kazıkla hastaneye götürürler, ohaa ambulansta bir daha intihar ederim. Kazığı iyice sokarım ki karaciğerden girsin hassas kalbimi ikiye bölsün. Ölümüm kazık yüzünden olmamalıydı ama işte buraya kadarmış, uçtayım birazdan atlayacağım, deli misin tabi ki de atlayacağım. Yaşama sevincinin zerresi yok içimde, umutlarımı yitirdim, devam edemiyorum, kimseyi sevmiyorum, kimse beni sevmiyor, çok yalnızım… Orada içimde ki sesle mücadele ediyorum “dur” diyor “durdur bunu, yapabilirsin, her şeyin bitmesine çok az kaldı, o kadar sabrettin, az daha dayan”. Bir el saçımı okşuyor ama atlamak cazip geliyor, ani bir kararla kendimi bırakıyorum boşluğa… Düşerken her şeyi her anı gözümün önüne getiriyorum; sevildiğim, güldüğüm, çocuk olduğum anları, oyunlarımı, sevdiklerimi, özlediklerimi, muhteşem güzellikte ki dağları, sabır küpü ağaçları, zarif boynunu güneşe doğru uzatan çiçekleri, masum bakışlı bebekleri, canım kadar sevdiğim hayvanlarımı, kokladığım her kokuyu, sevdiğim her rengi… Düşüyorum ve bir bir vazgeçiyorum hepsinden, ne kadar önemsiz olduğumu kavrıyorum o anda, kimse yok, ölüyorum 30 saniye sonra, kim hatırlayacak beni, kim sevmeye devam edecek, HİÇ KİMSE… ohh be iyi ki ölüyorum o zaman! Ne garip bir dünya burası, siz insanlar ne tuhafsınız, kılık değiştirmiş ruhsuzlar sürüsü… Üzerine giydiği bedenleri hiç olacak ego düşkünleri, canavarlar, yemeye, paraya, zulme doymayan şeytanlar… Kurtuldum sizden! O gün orada öldüm. Ben bugün yaşamıyorum, atladım ve başka bir zamanda başka bir yerde uyandım.


   Yani herhalde öyle olmuştur, sürdürülebilir bir hayat değildi çünkü. Geçen bu anı düşünürken, çatının ucunda duran kendimi imgeledim sürekli. Korkmuş ve vazgeçmiş bir çocuktum, başka birinin ölmesini anlamıştım ama insan kendisi ölünce ne oluyordu onu bilmiyordum, hiç birimiz öğrenemiyorduk yaşarken. Bilmiyordum ama ölmek istiyordum, şimdi ki Ben’e sordum ‘ne yapmalıyım’ diye… “Ona güven ver” dedi. Gittim dedim ki çocuk halime “dur! Durdur bunu, yapabilirsin!!!” saçlarımı okşadım sonra birden irkildim; yıllar öncesine ses veren ben miyim? İçimde duyduğum o ses bana mı ait, güven veren, beni durduran, saçımı okşayan ben!!! İçimde hep tanıdık gelen, mücadele ettiğim o ses benim mi? Zamanda geriye ya da ileriye uzanıp kendimi mi kurtardım? Her seferinde bir sonra ki evreye kendimi taşıyan o umut yine ben miyim? Geçmiş bizi bağlı tutuyorsa gelecek de kendine çekiyor olabilir mi? Interstellar filmini izlediyseniz bu sahne tanıdık gelecektir! Bence ben ölüyüm, belki de hiç doğmadım!!!


    Sonra yine intihar ettim, biraz kanlı oldu tabi… Baktım atlayamıyorum bileklerimi kestim bende, nerden buldum bilmiyorum paslı bir jilet vardı sağ elimde. Sol bileğimde ki o meşhur damarı hırçın hareketlerle parçalamaya çalışıyordum, muhtemelen yine bir filmden gördüğüm kan kaybından nalları dikme hadisesini gerçekleştirmek üzereydim. Çok canım yanıyordu, amına koduğumun dünyasında ölebilmekte yaşamak kadar acı veriyordu. Jilet derinlere doğru indikçe pişman oluyordum, ağlıyordum bir yandan, öyle bir ağlamak yok yalnız! Gözyaşlarımdan başka hiçbir şey göremiyordum, hıçkırıklarım histeriye dönüşmüştü. İlk kanı gördüğüm anda geriye dönüş olmadığını anladım, damarı parçalayıp 20 dakikaya kadar ölmeyi bekleyip bol bol dua edecektim. Bak yine din! Hem intihar ediyordum hem diğer tarafta nasıl hesap vereceğimin kaygısını taşıyordum. Ne manyak bir insandım ben yaa, hiçbir şeyin zevkini çıkaramıyordum, ağız tadıyla öleceğiz şurada Tanrım lütfen karışma! İntiharı yasaklayan sevgili Tanrımız; bana bir irade verdin iyi hoş güzel, yaşarken tüm seçimlerimi o irade sayesinde yaptım; iyiliği kötülüğü, haksızlığı, adaleti, sevgiyi, nefreti seçme şansım hep vardı. Ama neden yaa neden yaşamıma devam etme ya da son verme seçeneğini yasakladın? En çok merak ettiğim hatta binlerce yıldır sorulan o muazzam ‘ölümden sonra ne olacak’ sorusuyla bizi çaresiz bıraktın? Bari bir iki kişi gidip gelsin de ipucu versin, akbil sistemi olursa halka da açarız bu hizmeti zamanla, ohhh Türkler valla piknik tüpünü, mangalını, etini kapar gelir, 300T koyalım hattın ismini de J o değil de tetanos aşım vardı değil mi lan? Yoksa hastalanıp yavaş yavaş ölemem hiç, seri intiharcıyım ben. Kesmeye devam ettim, sonra sıkılıp diğer bileğe geçtim çünkü malım! İntihar etmenin inceliklerini bilmiyorum bir kere, yaa hiç iki bilek kesilir mi? Bu cinayet vakası gibi gözükür, gerçi hoş, benim intiharımda katkısı olan katiller vardı, onlar her yaptıklarını hak zannedip, en iyi kullar olduklarını iddia ediyorlardı ya neyse… Siz iyiyseniz, binlerce çocuğa yardım eli uzatanlar, sokak hayvanlarını doyurmadan evine giremeyenler, bedava bilgi dağıtanlar, ağaçlara sarılanlar, bir kişinin mutluluğu için bin ömür verenler, insanlar huzurlu uyusun diye geceleri nöbet tutanlar melektir o zaman. Sağ elimin bileğini de oydum jiletle bir süre, sonra sıkılıp bıraktım! Birde böyle bir huyum vardı, intihar etmekten sıkılıp yarıda bırakır kitap falan okurdum J Şaka tabi, çok canım yanmıştı, biraz dinlenip devam ederim derken kapı çaldı. Aceleyle bileğimi sardım, kapıdakine küfür edip. Sonra uzun yıllar intiharı düşünmedim, ta ki o beni bulana dek, evet 3 sayısını seviyorum, üçüncü kez intihar ettim ki az kalsın 
başarıyordum…









   Bileğimin ikisinde de asla geçmeyecek küçük izler bıraktıktan sonra bu işin kendini atarak keserek fazla acılı olacağını anlamıştım. Bana dahi basic şeyler lazımdı, izsiz, acısız, ama gürültülü bir şey, mesela ilaçla intihar! Ben yok olmalı geride kalanları da yok etmeliydim, acı çekerek hem yaşamaya devam etmeli, hem de sürünmeliydiler, xxx large ego! Bir gün öğlen teyzem, ben, anneannem otururken intihar ettim, baya çay kahve içip sohbet ediyorduk. Tabi ki kararımı çoktan vermiştim, niye o anda eyleme döktüm bilmiyorum, bir şeyler fazla gelmiş olmalıydı. Başımızın belası ilaç tabletlerinin her evde bol bol olduğu bir dönemdi, mutfak rafları, buzdolaplarının yumurtalık kısımları, başucu komodinleri gel abi beni iç, yok abla beni yut diyen rengârenk haplarla doluydu. Bir kaçını yutulması kolay modeline, bir kaçını rengine göre seçtim, boru mu lan kaç yüz tane hap yutacaktım, biraz şekilcilik hakkımdı tabi. Beyazlardan başladım, saflıktı, temizlikti, başımıza ne geldiyse Ak! olanlardan gelmişti zaten, bardak bardak suyla 10-12 tane ilacı yuttum ohhh. Sonra çişim geldi, e ölüyorum diye gün ortası altıma işeyecek değildim, giderayak insani ihtiyaçlarımı giderdim bir süre daha. Sonra renkli ilaçlara geldi sıra, ne işe yaradıklarını dahi bilmiyordum, onlardan da yuttum epey, evin salonuna döndüm sanki az sonra ölmeyecekmiş gibi. Herkesle vedalaşmadan gitmek ayıp olacakmış gibi sessizce, içimden hoşça kal dedim tek tek yüzlerine bakarak. Kimse duymadı, anlamadı hatta ölümü, kimse benim gibi anlayamazdı… Hayat gailesi devam ediyordu, şuradan biraz mutluluk, buradan biraz zevk, yarım paket margarin, az tuzlu peynir, bir kilo soğan, yeni takım çay bardağı alayım der gibilerdi. Televizyonda bir adam haber sunmakla uğraşıyordu, trafik yine İstanbul’da yoğun diğer illerde önemsizdi, Ankara da bürokratlar bakanlar korumalarıyla dolaşıyordu çünkü ölmek istemiyorlardı. Ama ben ölüyordum, hava biraz bahar biraz yazdı sanırım, çok bekledim, akşam oluyordu. Zaman geçti ve mide bulantısı baş dönmesi dışında bir şey olmadı, yüklendim ilaca yine. Çabucak ölmeliydim çünkü akşam oluyordu, akşam olunca ölemezdiniz burada bayan! Gündüz gözüyle ölün ki millet tabut defin işlerini halletsin, gece gece evin içinde ölüyle ne yapsın bu insanlar? Hayalet mi olacaksın başımıza? Ruhsar mısın sen terbiyesiz kadın? Sonra kusup salonun ortasına yığıldığımı hatırlıyorum, uyandığımda kolumda serumla hastanedeydim, mal kuzenim Nokia 6600’ın arkada olan kamerasıyla selfie yi icat etmeye çalışıyordu! Bu da gol değildi, hala yaşıyordum amk! Ne ölmez insanmışım yaa… Doktor gözetim altında tutulmam gerektiğini söyleyip, ruh hastası teşhisi koydu. Adam sen daha önce ki intiharlarımda neredeydin? Raporlu deli olmam lazımken insanlar bana dahi muamelesi yapıyor beybisi J Dâhilikle delilik arasında ki o ince çizgiyi çoktan aşmıştım ben, gerçek bir deliydim, ama içeri doğru olan delilerden. Dışarıdan bakılınca fark edilmeyenlerden!!!


   Hikâyenin sonunda intiharı tamamen bırakmış bir Ruhtzu’yla baş başa bırakmak isterdim sizi, hani saf, temiz, kötülük bilmez, hassas, kelebek kıvamında, ama olmadı. Son bir kez daha yaptım… Sonra bu ruh hastalığı durumunu beni çok seven insanlar üzerinde denedim, o kadar az sevilmiştim ki hayatımın önemli bir kısmında, sonradan beni çok sevenleri test ettim hep. Hiç tatmin olmadım. Bir kişinin dahi ilgisi sevgisi bana karşı zerre azalsa hemen fark edip, onu geri kazanmak için çabalayıp duruyordum… Başta söylemiştim bir şey için ne kadar çok çaba sarf ederseniz kaybetme riskiniz o derecede artardı. Kendi haline bırakamadım çoğu kişiyi, en büyük kayıplarımı çocukluk travmalarım yüzünden yaşadım, geldim burada psikolojinizi sikiyorum, affedin :/
Bir intiharımızın daha sonuna geldik okuyucu, bir sonrakine kadar esen kalın :)
 

  
  



    

10 Nisan 2016 Pazar

EVLATLIK ÇOCUKLUK

                    


                              Canlı Porno Deneyimi!




     Odam değişmişti, evin en küçük, en dip, en sevimsiz odasına taşınmıştı yatağım ve eşyalarım. Televizyonum ders çalışmamı etkiler diye, yeniden dizayn edilen oturma odasında kalmıştı. Zaten küçük olan yeni odama ekstradan ütü masası, dikiş makinesi, çeyiz sandığı ve tekli koltuk konmuştu. Nefes almak için cam açıp yarı belinize kadar dışarı sarkmanız gerekiyordu amk! Filmlerde ki gözden düşen Ayşecik gibiydim, eski odama bakıp bakıp iç geçiriyordum. Değişen bir hayatım, evin içinde yeniden dağıtılan roller vardı. Koşarak babamın kucağına atlama şımarıklığım artık hoş görülmüyor aramızda mesafeler açılıyordu. Bu atlama işinin bir anısı hala benimle; bir keresinde, ikinci annem henüz hayattayken yine aynı olayı yapıyordum, babam beni tutamamıştı, müzik setinin köşesine kafa üstü çakılmıştım. Kanlar içinde hastaneye yetiştirildim, 5 dikiş atılmıştı, hala oyuktur orası. Çocukken hisleriniz daima kuvvetlidir, kim sizi sever, kim sevmez, kim kötüdür, kim iyidir, kim merhametli, kim gaddar kolayca ayırt edersiniz. Babam ve yeni annem, sevgi kelebeği biricik kızlarına mesafeli davranıyordu, fark etmiştim hemen. O günden itibaren rollerin değişmeye başladığını küçük beynim kavrıyor ama mal gibi kabul etmiyordu. Ben inatla eskisi gibi davranmaya devam ettim, ısrarlı oldukça kaybeden taraf olduğumu anlayamamıştım bir türlü. Yine de düşündüğüm zaman, keşke bana kalplerini açsalardı derim, ben açmış bekliyordum, bir ömür sevgimi vermeye, başıma taç etmeye hazırdım. Olmadı… yapmadılar, kendi seçimleri bambaşkaydı.


    Okula gidip gelmeye, sokakta oynayıp kuzenlerimle tanışmaya devam ettim. Ben diyeyim 50, sen de 150 tane kuzenim olmuştu. Biyolojik ailemdekileri saymıyorum bile… Düğün olarak kabul edilen ev eğlencesine katılamayan, davet edilemeyen insan sayısı bir hayli fazlaydı. Yeni evli çift tebrikleri kabul etmeye başlamış, balayı sona ermişti. O günlerde yaptığım bir yaramazlığın cezası büyük oldu. Evde misafir olduğu bir gün okuldan gelmiştim niye hatırlamıyorum kafam bozuktu, çantamı falan fırlatıp mutfağa gittim. Masanın üstü kek börekle doluydu, benimle ilgilenmeyen annem kurula kurula oturmuş bir şeyler anlatıyordu yanında ki şebeklere. Misafir çocuklarından aynı zamanda kuzenim olan bir kız, ben karnımı doyurmaya çalışırken ağzını ayırarak bana bakıyordu. Daha da sinirlendim… Açık camlardan içeri 3-5 karasinek girmişti, insanlığın soyu tükense yine de yaşayacak olan bu kın kanatlıların sülalesini sikiyim. Elimde ki bardağı masada atlaya atlaya gezip yiyecek aşıran sineğin üstüne kapattım, kızla birlikte bir süre çırpınışını izleyip güldük. Yeni bir oyun öğrenmiştim okulda ‘aç elini yum gözünü’ deyip arkadaşlarımızın eline bir şey bırakıp kaçıyorduk. Ben onu ‘aç ağzını yum gözünü’ olarak değiştirdim. Oksijensiz kalıp bayılan sineği kaptığım gibi kızın ağzına sokuşturdum, gözünü açıp bir iki gevişledikten sonra tadını beğenmemiş olmalı ki tükürdü! Tükürür tükürmez şekilsiz şeyin sinek olduğunu anladı küçük sürtük, elinde kanıtıyla annesine doğru ağlayarak depar attı. İçerde ortalık karıştı, ben sakin sakin börek yiyordum masada. Annem bir hışımla mutfağa daldı; “kızım niye çocuğun ağzına sinek koydun?” “ben koymadım, kendi yedi” desemde faydası olmadı, uzun süre sokağa çıkmam yasaklandı (en sevdiğim şeydi çünkü)… oysa bu kuzen tayfasından karınca yiyen bir oğlan vardı, ha sinek ha karınca nolmuş yani???

 
   Üvey annem düzeni seven bir kadındı, sabahları erken kalkılıp kahvaltı, tam öğle saatinde yemek, itici İngilizler gibi 5 çayı, akşam yemek, istiklal marşı ve yatak J Ben ders çalışırken o yanımda tıkır tıkır dikiş dikiyor, babam boş işlerle uğraşıyordu; bahçe, çiçek, ot, böcek, bulmaca, televizyon vs… Ben öğlenci olduğum için öğle yemeği sonrası okula yollanıyordum, geldiğimde çay-süt-kurabiye-pasta-dizi denklemimiz oluyordu genelde. Tuhaf diziler izliyorduk televizyonda; mesela birinde kadınlar yakışıklı bir komiserin peşinden koşuyor, çiftler sürekli mutsuz, sarışın güzel bir kadın aptallıklar yapıp ağlıyordu (Hayat Ağacı). “Balkonda kürek Ceysın Kıreyk” diye gayet geri zekâlı olan tekerlemesini söyleyip dans ediyorduk J Kahrolsun 90’lar… Diğer bir dizideyse herkes çok süslü, çok zengin, çok asil, çok yalancıydı. Adamın biri yine sarışın ve çok güzel olan karısını başkasına kaptırmıştı. Onları yakalamak için bir evin duvarını boydan boya gizli aynayla kaplatmıştı! (Yalan Rüzgârı) Aklımda kalanlar böyle acayip uçuk fanteziler ama dizilerde sırf entrika doluydu anam. Neyse ki Dallas’a yetişemeyen nesildenim. Dizilerde öpüşen yarı çıplak çiftlerin ne yaptıklarını sorduğumda hemen kanal değişiyordu. Hiç cevap alamadığım sorularım vardı, bir şeyler uydurup duruyorlardı. Çocuksanız bazı şeyleri kendiniz keşfetmelisiniz! Mesela seks J Hafta sonları bir yere gidilmemişse öğleden sonraları uykuya yatılırdı, Akdeniz ülkesi yaa siesta yapıyor pezevenkler, sanki çok çalıştılar. Asla uyumazdım, yatağımda uzanıp hayal kurar, yumoş ayıcığımla ya da saçı yolunmuş bebeğimle evcilik oynardım. Bir gün yine böyle oynarken sesler duydum, anne babamın yatak odası yan tarafımdaydı. Yavaşça yatağımdan kalkıp koridora çıktım, bir süre sesleri dinleyip dikildim orada. En sonunda merakıma yenilip tek gözümü anahtar deliğine dayadım. Abooooo babam yeni annemi hunharca sikiyordu J J J Tabi biliyorsunuz daha önce öğretmenin oğlu tarafından sikildim! Lars von Trier bile şu şahit olduğum sahneyi filmlerine yansıtamazdı. Ne yaptıklarını anlamadım şaka bir yana, benzeri şeyi yaşamıştım ama ne olduğu, neye yaradığı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bana daha çok bir şey için mücadele ediyorlar gibi geldi. Sahne tam olarak şöyleydi; annem sırt üstü, çırılçıplak yatmış, koca memeleri, bıngıl bıngıl göbeğiyle bacaklarını havaya dikmeye çalışıyor, babam da bülük! diyemeyeceğim kocaman korkunç sikini her bulduğu deliğe sokuşturuyordu. Kadın tuhaf sesler çıkarıyor, adam oflayıp pufluyordu. Meraktan içeri girip soracaktım ‘ne yapıyorsunuz’ diye ama biraz sakinleşip, babam meme emmeye başlayınca vazgeçtim, koca adam niye bu yaşta süt emiyordu ki? İzlemeye devam ettim, elleri hiç durmadan ayıp dediğimiz kuku pipi bölgelerinde dolaşıyordu. Sonra tekrar biri üste çıkıyor altta kalan kıvranır gibi hareketler yapıyor, inlemeler hiç durmuyordu. En sonunda altlarına işediler, demek ki tek işeyen ben değildim! Biraz yan yana yatıp dinlendikten sonra ayaklanınca odama kaçtım ve bu olaydan kimseye bahsetmemem gerektiğine karar verdim. En sevdiğim kuzenime bile! Daha önce din eğitimimde öğrendiğim üzere o kukuya girip çıkan pipi falan hep yasak şeylerdi, konuşulması bile ayıptı! En çok aklıma takılan işeme kısmıydı, lan madem hepimiz işiyoruz niye bana kızıyor bunlar? Her gün olmasa da arada altımı ıslatmam anneme dert olmuştu, şikâyet edip duruyor ‘diğer çocukların’ artık yapmadığını ileri sürüyordu. Nah işte sende işedin gördüm gördüm gördüm J İlerleyen zamanlarda ara ara gözetlemelerime devam ettim, bu olayı yapıp yapmadıklarını merak ediyordum. Ergenlik sürecimde biraz bir şeyler öğrenince çok utandım bunu yaptığım için. Be adam be kadın sizde doğru dürüst anlatın değil mi şu seks olayını! Ne acayip milletiz lan biz? Al işte cevapsız kalan sorularımın sonucu cümle âlem öğrendi yatak odanızın sırlarını! Dua edin her şeyinizi tarif etmedim, kaç cm ya da kaç gram diye J Oldu kaçtım ben…


               Zavallı 80'ler kuşağı, ne filmlere maruz kalmışlar :) 






 

 


9 Nisan 2016 Cumartesi

EVLATLIK ÇOCUKLUK




             Gökte Yıldız, Ruhtzu’nda Ana Bitmez


     Daha önce dedim ya üçledim diye, babamla yeni annem yangından mal kaçırır gibi alelacele evlendiler. Bir bekleyin, 2-3 yıl nişanlı kalın değil mi yoook! Bu ne azgınlık?? O yıllarda televizyonda kısa boylu, şişman, esmer bir adam (Turgut Özal), meçli saçları ve tayyörleriyle anılan karısıyla (Semra Özal) sık sık gündeme geliyordu. Bunların bir de davulcuya kaçan kızları vardı. En sık duyduğum isimler arasında; Bülent Ecevit, Süleyman Demirel (şapka sallıyordu sürekli), Erdal İnönü (tipitip sakızın üstündeki adama benzetiyordum), Kenan Evren (ateşi bol olsun), Necmettin Erbakan (denizde kum Neco’da parti), Mesut Yılmaz (“anavatan partisi”…….sessizlik….2,5 dk geçiyor….”ülkem için” ……..bir konuş be adam!), Alparslan Türkeş’i (niyeyse korkuyordum ondan) sayabilirim. Sonra bacınız çıktı meydana ‘Tansu Çiller’. Çok affedersiniz kadınların saçı cıvık bok renginde (bu satırları kafamda domates maskesiyle yazıyorum, amına kodumun kuaförü saçımı yeşertti ) ve kuşlardan esinlenilmiş olmalı ki kuş yuvası şeklindeydi, vatkalı acayip ceket ve kazaklar giyiyorlar, yüksek bel, şalvar tipi kotların içinde daha bodur görünüyorlardı. Güzel kadın deyince aklıma Aydan Şener, Cindy Crawford, Claudia Schiffer, Müjde Ar, Hülya Avşar falan geliyor. Yakışıklı erkek sayısı çok azdı! Popçular çirkin ötesiydi o dönem, sonradan Tarkan, Tayfun, Kerim Tekin, Burak Kut çıktıda şenlendi biraz ortalık. Artistlerde hala Tarık Akan, Ediz Hun (edisun sanıyordum adını), bir numaraydı (bir Burak Özçivitimiz yoktu), yabancı oyunculardan Brad Pitt, Tom Cruise, Robert De Niro, Al Pacino, en çok hatırımda kalanlar. Tabi Michael Jackson benim için ilahtı ilah!!! İlk başlarda korkuyordum kliplerinden, sonra dansları şarkıları beni benden aldı, hala kafamın içinde onun müziklerini duyarım, yerli yersiz moonwalk yaparım  Sosyal yaşamda sinema tiyatro kültürümüz pek yoktu, VHS kasetlerden ya da televizyondan Türk filmi izliyorduk. Kahramanlarımız halktandı çoğunlukla; Gülşah, Şaban, Süper Baba, Perihan Abla, Müjdat Gezen’li Sulukule filmleri, Şener Şen’li faşo ağalar, İbrahim Tatlıses ve Hülya Avşar’lı acılı aşk, kıro öpüşmesi nasıl olur filmleri, Banu Alkan, Ahu Tuğba, Faruk Peker, Engin Koç’la bol sevişmeli olanlar (kanal hemen değişiyordu), Orhan Gencebay ve Ferdi Tayfur’lu arabesk günler, bol bol Kara Murat, Battal Gazi, Malkoçoğlu, Sezercik, Ayşecik hayatımızı kaplıyordu. Modern Talking’le dans edilen disko sahneleri vardı, Pavlov’un köpeği gibi, ne zaman o müzikleri duysam tuhaf figürler yapıyorum. Yabancı filmler televizyonda gösterilmiyordu sanırım, hatırladıklarım arasında; Geleceğe Dönüş 1-2-3, Elm Sokağı Kâbusu 1-2-8-10-20 tane çekildi herhâlde (Allah sizi davul etsin, ağzımıza sıçtınız o seriyle), 007 Bond, James Bond , Karate Kid, Mavi Ay, Kara Şimşek var. Ayy Bizimkiler diye gayet gerzek bir Türk dizisi vardı her Pazar, kusasım geliyordu, mal gibi izliyordu herkes. Sonra onun çakmaları çıktı; Çocuklar Duymasın, Çiçek Taksi zart zurt… Aynı bokun lacivertleri. Biz arada gazinoya gidiyorduk, gazoz içtiğimi, kuruyemiş yediğimi ve saçı yüzünün yarısını örten bir kadının (Bergen) yanık yanık şarkı söylediğini hatırlıyorum. 3 saat ağladım korkudan, kadın gelip beni öpmüştü, babam özür dileyip gül vermişti kadına. Bende manyak bir çocuktum işte ne yapayım  Üstelik kadın komşumuzdu, arada karşılaşıyorduk sonra kocası olacak pezevenk vurdu genç yaşında… İkinci annemin mezarına giderdik arada, görürdüm onu da, neredeyse dip dibeydi iki talihsiz kadın, annesi her tarafı fotoğraflarıyla donatmıştı. Hep üzücü, arabesk yıllar geçiriyor zavallı ülkem…










     Ben üçüncü annemle tanışmama geleyim artık, sosyo kültür yapımız gayet bozuktu, anlat anlat bitmez. Babamın ardından sıra beni tanıtmaya gelmişti müstakbel gelin hanıma, halalarım güzelce yıkayıp giydirdiler, ambalajım gayet cici biciydi. Her kadın beni bu halimle sevip bağrına basabilirdi. Yolda giderken “bir hanımın evine çay içmeye gidiyoruz (sanki ben salağım), uslu ol, sorulan sorulara terbiyeli cevap ver! Sen artık kocaman kızsın!” dediler. Yaşımı biliyordum artık, tam olarak ‘6’. Her zaman gittiğimiz lunaparkın yakınlarındaydı evleri, çılgınlar gibi dönen balerinin, dönme dolabın, çarpışan arabaların, Madonna ve Michael Jackson şarkılarının sesi geliyordu bangır bangır. Evde iki kadın vardı sadece, biri orta yaşlı diğeri daha yaşlı. Orta yaşlı olan (annem oluyor kendisi) kısa kıvırcık saçlı, kumral, soluk yeşil gözlü, şişman, at ağızlı, bol bol kahkaha atan bir kadındı. Beni görür görmez öptü ve kucağına aldı, bir daha da hiç indirmedi (sanırım babamın gözüne girmeye çalışıyordu, eee o kadar servet söz konusuydu). Tüm gece bacaklarından, belli ki jiletle kazınmış kılları her yerime battı, bitlenmiş gibi kaşınıp durdum. Halam bir iki sefer dürttü ama ona da ters bir bakış atıp kaşınmaya devam ettim. Diğer kadın akrabası değildi, bu olaydan kısa bir süre sonra kanlı bıçaklı olmuşlardı ama ben ona çocukluk ve gençlik çağım boyunca ‘x anneannem’ diye hitap edecektim. Şimdilerde öldüyse cenneti hak eden, çocukluğuma dair en iyi figürlerden biriydi. O gece orda uyuyakaldım, eve nasıl geldik ne oldu hiçbir fikrim yok. Kısa bir süre sonra x anneannem, onun deli oğlu! (el ve ayak parmakları ile yakaladığı yerde beni okşuyordu, zevkten gözleri kayıyordu, öyle bir kadının böyle oğlu! Ne yazık ki ebeveyninizi ve çocuğunuzu seçemiyorsunuz), babamın ailesi ve birkaç komşu toplanarak nişan yapıldı. Ben nişan lafını duyunca kovboy filmlerinde ki gibi bir şey bekledim ama onun yerine yeni annecim diz altı etek, ipek gömlek, yılan derisi topuklu (hayretler içinde kalmıştım), babacım kravatlı füme bir takım giymişti. Üzerimde uçları dantel siyah bir etek ve mavi kazak vardı diye hatırlıyorum. Yüzük takıp, boynuma doladığım kırmızı kurdeleleri kestiler. Meğerse asıl nişan buymuş! Annecimin tarafı henüz ortada yok diye düşünürken, iki adam ve bir kadın evimizi bastı. Ailesiyle arası, bilinmeyen bir nedenden dolayı açık olan gelin hanımın abileri durumu kuşlardan haber alıp gelmişlerdi ve hiç memnun değillerdi. Yine uyuyakaldığım için filmin geri kalanını kaçırdım, bana da yazıklar olsun! Annemi götürmesinler diye mızmızlanıp duruyordum. Sonradan kulaktan dolma bilgilerle öğrendiğime göre; gelin hanımın ailesi mafyaydı, yer altı dünyasına mensup abileri ve hanım ağa yengeleri babacımla benim canımızı o gece bağışlamıştı, kızı çekip almışlardı bizden. Lanet pisliklerdik canımız cehennemeydi! Silahlar bir daha ki sefere konuşacaktı, kumar masasında dürülebilirdi hesabımız… Şaka lan   aile bu evliliğe karşı çıkmıştı, sebep; damadın dul ve çocuklu (üstelik evlatlık) olmasıydı. Sanki evde kalmış, Adile Naşit’ten hallice fiziğe sahip kızlarını kim ne yapacaksa bu saatten sonra. Ayol bıbıcım o serveti, eski karısını kanser edip kazanmasaydı ne olacaktı? Biz beş parasız kalacaktık bi kere! Kim alırdı bir buçuğa beş eninde ki bu kadını haa kim? Neyse kel kör birbirlerini bulmuşlardı, haftasına düğün yaptılar zaten. Düğün dediğimde, annecim kendine fuşya rengi, dantel, bana da kareli bir elbise dikti, kafamda kocaman gül şeklinde bir toka vardı, bıbıcım papyonlu siyah bir takım giydi, evde plak kaset çalıp dans ettiler. Ben göbek deliği hizasına gelen boyumla dans etmişim annecimle, duruyor fotoğrafı. Çiftetelli bir de mezdeke çalarken kuzenimle çılgın figürler yapıp durduk. Annemin kendi gibi solgun gözlere sahip familyası doluştu eve, diktatör bir baba, sessiz yaşlı bir anne, bir sürü abi ve bir ablası vardı, tıpkı benim biyolojik ailem gibi. Evin içinde, dağıtılan yemeklerden müziklere, damadın akrabalarından bana kadar hiçbir şeyden memnun olmadılar, oda oda gezip durdular. Düğün sonu gelin hanımın abisi ve yengesi tarafından, annecimin eliyle hazırlanmış çantayla birlikte arabaya bindirilip başka bir eve götürüldüm. Hain halalarım beni satmıştı demek! Sulu gözlü olduğumu artık biliyorsunuz, o hafta sanırım dini bayram tatili vardı, şu meşhur 9 günlüklerden… Çünkü okula gitmemiştim. Yeni dayım ve yengem sevimli insanlardı ama yine de korkmuştum onlardan, yaş farkımızın epeyce olduğu bir oğlu ve kızları vardı. Kuzen bakımından pek gülmeyen yüzüm yine gülmedi, ikisi de manyaktı çocukların! Gıcık ve şişmanlardı, benim gibi zayıf, çıtı pıtı, avuç içi büyüklüğünde mideye sahip bebeye, bir oturuşta 3 tabak yemek yedirmeye çalışıyorlardı. Sanırım 1 hafta içinde onların kilosuna ulaşmamı hedeflemişlerdi   Dayımla yengem sürekli sigara içiyordu (günde 3-5 paket), onun kokusu ve aşırı yemek kusmama sebep oluyordu. Yani yemek yiyor, kusuyor, ağlıyordum. Kız olan kuzenim Barbie bebekleriyle birlikte beni de yıkadı küvette, ağzıma burnuma şampuanı doldurunca az kalsın boğulacaktım, banyodan saatler sonra bile baloncuk çıkarıyordum. Altımı ıslattığım kulaklarına fısıldanmıştı, eczane sahibi oldukları için sanırım bu konuda bilinçlilerdi; içi havlu dışı naylon olan donlardan giyiyordum yatarken, sabah işemiş olursam kendim değiştirip, banyoda yıkadıktan sonra balkon demirlerine mandalla tutturuyordum. Alt komşularının bir oğlu vardı benim yaşımda, sık sık yukarı geliyor, atari oynayıp (Mario) el ve ayaklarımızla kapının pervazlarına tutunarak en tepeye çıkma yarışı yapıyorduk. Kim orda daha uzun süre kalırsa diğeri onu dudağından öpüyordu  Kuzenlerimse kendi aralarında manyaklıklar yapıp eğleniyordu; annesinin cüzdanından para yürütüp sigara, çikolata alma, telefonla sağı solu işletme, alt komşunun camına tükürük yarışı, caddeden geçenlerin kafasına su dökme gibi… Bir hafta kadar kaldım orada, eve dönerken çok sevinçliydim, özlemiştim. Ama karşılaştığım manzara şok etkisi yarattı bende! Geleceğim yine…