25 Mayıs 2016 Çarşamba

KADINDAN ERKEK - ERKEKTEN KADIN




       Zeki Müren, Edisun, Bülent Ersoy ve daha niceleri




     Zeki Müren! Sevgili paşamız, o muhteşem ses, nağme, zarafet, saç, takılar, kıyafetler… Bir çocuğun aklında yer etmesi için fazlasıyla özelliği vardı ama ben korkmuştum onu ilk kez televizyonda gördüğümde. Nasıl korkmayayım? Sadece kafası, Grundig marka büyük ekranlı televizyonun tamamını kaplıyordu, ben ‘bu amca/teyze dev gibi! beni yutar’ diye düşündüğümü hatırlıyorum. ‘anne bu amca mı teyze mi’ diye sordum önce tabi ki! Zeki çocuktum J Cevap alamadığımı tahmin edersiniz, ben belli yaşa kadar Zeki Müren ve Bülent Ersoy konusunda cahil kaldım. Kimse onların eşcinsel ya da trans olduğunu anlatamadı, sorun bende değil yine onların zihniyetindeydi. Yaa kardeşim ben kimsenin yatak odasında kimle seviştiğini, fantezilerini merak etmiyorum banane, adam adamdan hoşlanıyorsa niye bu bana dert olsun ki! Kafama takılan şey, erkek sesi çıkarmasına rağmen takı takması makyaj yapmasıydı, tamam Barış Manço da bir sürü yüzük takıp saç uzatıyordu ama onun karısı ve çocukları vardı. Ya Bülent Ersoy’a ne demeli? Bir filminde Gülşen Bubikoğlu’yla sevgiliyken gerçek hayatta bir erkekle evleniyordu! Bunlar o sırada havuz problemlerinden bile zor konulardı, takmadım ama sevmedim o yıllarda ikisini de, şimdi bakmayın bu yazıyı yazarken Zeki Müren dinlediğime, bazı şeylerin değeri geç anlaşılıyor azizim! Zeki Müren’in siyah-beyaz filmlerini izlediğim de kibar güzel sesli bir salon erkeği olduğunu, TRT yayınında şarkı söylerken korkunç göründüğünü düşünürdüm. Saçları acayip gri renkte, kabarık, gözleri keskin ve tehditkâr, el hareketleri ana avrat düz gider tarzdaydı. Bazen niye bu kadar kavgacı olduğunu, hangi sevgiliden intikam aldığını ya da hangi aşkın onu böyle kedere, hırçınlığa sürüklediğini merak ederdim, kendimce bir senaryo yazardım bilinmedik hüznüne. Onun aşkını anlayamayan bir çapkın (kadın mı erkek mi onu tam şey etmiyordum) daldan dala konuyor, gezip tozup gününü gün ediyor bizim saf Zeki evde örgü örüp kahır besteleri yapıyordu. Sonra kıymet bilmeyen zat-ı muhteremin dönüp dolaşıp geldiği aşk, Zeki’nin ki oluyordu ama Zeki yoktu, Zeki gitmişti, nereye? Tahtalıköye! Çok örgü örmekten ve üzülmekten hastalanıp ölmüştü. Allah beni de kahretmesin bu nasıl senaryo lan, bütçesi düşük 3. sınıf Türk filmleri gibi! Yeteneksiz Ruhtzu… Gözleriyle beni yiyen Zeki Müren evimizin baş tacıydı, benim boyumda olan müzik setimizin alt kısmında bir sürü kaseti vardı, babam arada efkârlanınca dinler, uzaklara dalardı. Kime ‘gitmeeee sana muhtacım’ diyebileceğini hayal etmeye çalışırdım, öyle romantik sözler söyleyemeyecek kadar öküzdü çünkü. Zeki Müren’in bana ilk öğrettiği şey; insanlara karşı zarif olmaktı, öyle övgüler dizerdi öyle içten teşekkür ederdi ki yalan olsa bile inanırdınız. Ben biraz patavatsız bir çocuktum (hala biraz var) iki düşün bir konuş olayını pek yapamazdım, güm diye konuya dalar gereksiz yere insanları kırardım (şimdi öğrendim neyse ki). Niye bu kadar zarifti? Doğuştan mı yoksa ailesi mi öyle yetiştirmişti bilmiyorum ama bu hoş davranışı bize bulaştırmış olduğu için müteşekkirim efenim, saygılar efenim, bende size hayranım efenim, alkışlarınızla beni siz yarattınız efenim J. Bir süre sonra çıkmaz oldu televizyona, özel kanalların açıldığı dönemi az buçuk hatırlarım sanki onlar hayatımıza girdi birdenbire zarafet kayboldu ortadan. Tuhaf diziler magazinlerle doldu ortalık, dedikodu sevmeyen! modelde olduğum için pek ilgimi çekmedi bunlar. Bülent Ersoy o yıllarda daha baskın bir karakter oluverdi, ailemin eğlence/gazino düşkünlüğünü biliyorsunuz, evde en çok dinlenenler listesi; Türk Sanat müziği seslendiren herkes, Mozart, Modern Talking, Michael Jackson, Madonna, ud çalan gözlüklü bir adam (adını hatırlayamıyorum), İbrahim Tatlıses, Ricky Martin! Acayip bir karışım, felsefesi olmayan ailemin müzik zevki de yoktu belli ki. Niyeyse sürekli acı çekiyorlardı, en lüks semtte oturup, el âlemin sırtından geçinip, arabalarıyla Türkiye turu yapıyor ve 5 çocuğu trafik kazasında ölmüş insan gibi azap duyuyorlardı! Hiç anlamadım bu durumu ben o sıralar müziğe ve dansa âşık bir çocuktum, Michael’ı Madonna’yı izleyip onlar gibi dans etmeye çalışıyor, bir gün moonwalker ertesi gün Bonita oluyordum. Türkiye’nin ilk vj yi Sezen Cumhur Önal “çikolata renkli sanatçı, kadife sesli aşk kadını, popun kralı zart zurt diyerek televizyondan bana sunuyordu tüm bunları. Tarkan o yıllarda düğün salonunda çıkıyordu büyük ihtimalle J Ben acılı arabesk şarkılar hariç her şarkıyı ezberlemeye çalışıyordum, Michael’ın şarkılarına uydurduğum sözleri duysanız İngilizce lisanından soğursunuz, Madonna’nınkileri biraz biliyordum neyse ki. Robbie Williams, Freddie Mercury, Marc Anthony, Elton John’un ses tonları her zaman derinden etkiledi beni. Michael’ın dansını, Madonna’nın güzel yüzünü, Zeki Müren’in zarafetini ancak ölünce unutabilirim. Sonra bakmayın Balık Ayhan’a döndü de evden çıkamadı falan öylece öldü canım yaa… Bu tayfadan olmayan ama aklımda kalan diğer kişi Ediz Hun, ben onun adını yıllarca Edisun sandım her salak çocuk gibi. Aktör kavramının can bulmuş hali. Türk filmlerinde ki âşık adam rolünü o kadar iyi oynuyordu ki ben her filmde gerçekten o kadına vurgun olduğunu sanıyordum, bir yandan kızıyordum ‘adam bütün kadınları aynı sözlerle kandırıyor’ diye. Saçlarını yana ayırışı, temiz yüzü, sakin ses tonu, hüzünlü bakışı ile top listemde her zaman. Tabi yaşlanınca bir şey kalmadı ama olsun, gençliğine denk gelsem kesin benim kocam olurdu J




     





      Tarkan!!! Benim ilahım, yakışıklı prensim, sesi başka bir âlemden yankılanan pop starım… Bir çıktı televizyona hepimiz ona tapınmaya başladık, buradan 90’lara bakınca bir halta benzemiyor biliyorum ama siz bir de 80’lerden bakın olaya! Bizim için o sırada yakışıklılık, ses, dans, tarz demek Tarkan demekti. Ayrık dişleri komikti ama dağınık saçları, yeşil gözleri değişik bir hava veriyordu yakışıklı yüzüne, Kral tv de klipleri çıksın diye beklemekten çürüdük bee. En güzel albümlerini çıkardı o sırada prens, her şarkısını bilirim hatta bu ülkede herkes en az 2-3 şarkısını ezbere bilir bence. Görüntüsü yıllar içinde daha da doğallaşıp güzelleşti, arada şarkı tarzında değişiklikler yapsa da hep hoş karşılandı. Hala dinlerim tüm albümlerini ‘çaresiz mecbur bu veda’ derken ki bakışını hiç unutmam, ‘kuzu kuzu’ da ki dansını, ‘unuttu dediler’ de ki hüznü… Harbiye de konserine gitmiştim iki kere, yıkıldı ortalık. Ben bir insanın tek kaş işaretiyle binlerce kişiyi peşinden sürükleyebileceğini o gün öğrendim. Kendini yerden yere vuran kızlar vardı ayol, ben yanımda sevgilim olmasa belki sahneye atlardım o kadar J Parti kursa oy vereni çok olur benden söylemesi, belki ilerleyen yüzyıllarda bu bölgenin peygamberi diye anılır tabi din falan kalırsa o zamana kadar… Birileri takmıştı bir ara Tarkan eşcinsel cart curt diye yaa kardeşim insanın sanatı başka bir şey cinsel tercihleri başka bir şey, size neeeee! Benim için Zeki Müren, Bülent Ersoy ya da Freddi Mercury’nin tercihleri önemli değil, sadece çocukken bu olayı ayırt etmem zordu ve öğretilmesi gerekiyordu. Eğer sağlıklı şekilde farkları anlatsalardı yıllarca bocalamak zorunda kalmayacaktım ‘hııı böyleymiş’ deyip kabullenecektim, anlatılmayınca zor oluyor ve daha çok merak ediliyor çocuklar tarafından, bilin yani.


   Bülent Ersoy’un durumuna dönecek olursam; şimdi bu kadından erkek ya da erkekten kadın, sesi güzel ama tarzım değil. Görüntüsüyle ilgili bir sorunu var sanırım, her an Star Wars setine konuk oyuncu olacakmış gibi bir hali var. Benim için bir sorun yok hafta da bir bilemedin iki kere televizyonu ya açarım ya açmam, karşılaşma olasılığımız çok düşük, peki kendisi kendisiyle karşılaşınca ne yapıyor? Bir aynanın önünden geçerken ya da camdan yansımasını görünce ne düşünüyor? İnsan dış görüntüsünden bu kadar nefret edince mi başka bir şeye dönüşme ihtiyacı hissediyor? Doğal haliyle barışık değilmiş hissi uyandırıyor bende, kadın halini mi beğenmedi acaba? Karşılaşma demişken iş yeri sahibi abimin müşterisiydi bir ara, makyajsız görüntüsü yüzünden gece uyuyamadığını söylerdi, o zamanlar komik bulurdum ama şimdi bir yetişkin olarak düşününce içimde yukarı da sorduğum sorular dolaşır oldu. Onları bu şekillere girmeye yönlendiren neydi? Hisleri mi içgüdüleri mi? Eğer yaşasaydı Zeki Müren’le bu konuyu tartışmak isterdim, Bülent Ersoy’la konuşulmaz malum, kadın şarkı söylerken komple saz ekibini yutacakmış gibi asabi, ateş püskürüyor üzerlerine doğru! Ben olsam altıma işerim korkudan J



      Çocukluğumun karakterleri, o zamanlar anlamıyordum ama seviyordum onları. İyi ki dünyaya gelmişsiniz, müziği ve ünlü olmanın o müthiş ağırlığını tercih etmişsiniz teşekkür ederim. Hücrelerime işleyen sesinizi, dansınızı ve zarafetinizi diğer neslime aktaracağım söz veriyorum, sevgiler…

  


















6 Mayıs 2016 Cuma

EVLATLIK ÇOCUKLUK

      

             2. Kuzen Vakası


    Artık biliyorsunuz ne kadar saf bir çocuk olduğumu, kendim nasılsam herkesin öyle olduğunu sanıyorum. Biri bir şey sorduğunda altında art niyet aramadan dürüstçe cevap veriyorum, kimsenin hayatını yargılamıyorum, neyi nasıl yaptığıyla ilgilenmiyorum. En sevdiğim şey hayal kurup mutlu olmak. Hayallerim de kendim gibi saf salak; belime kadar sarı saçlarım varmış, balerin gibi fiziğim, bana çok âşık yakışıklı bir çocuk varmış, kanatlı ata binip mutluluk ülkesine uçmuşuz falan, çok sevdiğim ve beni çok seven ailem olmuş orada, arkadaşlarım (çok yalnızım o sırada), aksakallı! sürekli çikolata veren dedem, bana çorap ören ninem, konuşan köpeğim (üstelik Türkçe biliyor), uçan bisikletim, patenlerim ve bir sürü kırtasiye malzemem varmış… Her gün mutlu olup hayvanlarımla sohbet ediyor, sevgilimle gül bahçelerinde romantik anlar geçiriyormuşuz, atımıza atlayıp karlar ülkesine ya da Beverly Hills’e gidiyormuşuz. Çok çizgi film izlemenin zararları da var tabi! İnsanlık için çok önemli bir buluş yaptığımı falan da hayal etmiştim bir ara… Mutlu olduğum şeylerden biri salıncağa binmekti! Salıncak kurulunca sıra bana gelmiyor diye ağlıyor, kuzenlerim akşama kadar tepemde dikilip beni sallasın istiyordum. Aralarında bana tapanlar vardı onlar yapıyordu çok şükür ama 3’lü kardeş takımı olan gıcıklar sürüsü, yaz tatillerini burnumdan getirmek için yaratılmış gibiydiler, hiç sıra vermiyorlardı. Geçende hepsini stalkladım, niye bilmiyorum! Allah stalku icat edenleri kahretsin, stalklayamadan ateşe atsın, yaa bir başlıyorum birini araştırmaya amcaoğluna kadar gidiyor olay. Kendimi en son, erkek kuzenimin başka bir şehirde üniversite okuyan baldızını stalklarken buluyorum, lanet olsun! Yıllardır görmediğim gıcık kuzen tayfasında hayat gayet sıradan görünüyor, erkek olanı memur, göbekli, karısı Akrep Nalan’dan hallice, birbirinden çirkin iki veledin fotoğraflarından 125 adet var, Rabia işareti koyup durmuşlar sayfalarına. Büyük kız kardeş türban takmış, o da sürekli çocuk resmi koyup durmuş, millete ‘bakın biz nasıl çoğalıyoruz’ demek istiyorlar galiba, erkenden evlenmiş, zaten 7. sınıftayken İngilizce kitaplarını sulu boyayla boyamasından belliydi geri zekâlı olduğu. En çok küçük kız kardeşin evlenip iki çocuk da onun doğurmasına şaşırdım. Lan yaşı benim hesabıma göre şu anda 22 olmalı, ne ara evlendin ne ara o veletleri çıkardın, pes! Doğru dürüst okul yüzü görmedikleri durum bildirimlerinde ki Türkçelerinden anlaşılıyor. Bunların kocalarını tarif edecek olursam; birinin kocasıyla bir fotoğrafı var sanırsın adam az önce 15’i kuşbaşı olmak üzere 30 kişiyi doğramış, diğerinin ki evde güneş gözlüğüyle dolaşan model, bir başkasının kocası ha bire mangala rakıya vurmuş kendini… Birinin karısı niyeyse evde sürekli abiye giymiş saçı telefon kablosu olarak kullanılabilir, birinin çocuğu öküz gibi ama hep ‘minik oğlum’ yazmış altına!  Gerçi kızlar erken evlenmekte haklılar, evde baba figürü despot, anne çok sümsük, gezme yok, erkek yasak, okul desen teşvik eden yok ee ne yapacak evlenmekten başka, ha okul olayını yapan da var. Benim en çok sevdiğim kız kuzenlerden birisi çatır çatır okumuş Ankara’da bir bölümü, meslek sahibi olmuş, yakışıklı kariyer sahibi biriyle de evlenmiş. Canım yaa görünce gözlerinden tanıdım, insanın her şeyi değişiyor, yüzü, boyu posu, huyu ama bir tek gözleri aynı kalıyor. Hüzünlendim uzun yıllar oldu görmeyeli, çok güzel bir genç kız olmuş, ‘bravo’ dedim valla… Bu kızcağızım babasından çok çekmişti biz çocukken, üvey dayım olur kendisi, annesi şu yılanı odunla dürten kadın. Biz ilk karşılaştığımızda 3-4 yaşlarında olmalıydı, kucağımda taşırdım ağır gelirdi, yorulup yere bırakınca küserdi. Benim gibi çift isim mağduruydu evde başka okulda başka adla çağrılıyordu, sebebi anneannesinin bir ismi çok beğenip onu yazdırmaya diretmesi, babasınınsa başka bir ismi beğenip onunla çağırması olmuştu. Dayım gaddar bir insandı, hayvancılığa başlayınca evde tembel tembel yatmanın hayalini kurmuştu ama anne-kız yetişemiyordu işlere. Tüm hayvanların bakımı, bahçe işleri, kardeş avutma, su taşıma, yemek neredeyse hepsini yapıyordu, biraz annesi de eziyordu. Erkek kardeşi olduğunda daha da ezmişlerdi kızı, çocuk bunu dövüyor, küfrediyor, baba sürekli aşağılayıp dövüyor anne pasif kalıyor, arada o da dövüyor. Zeki kızdı, çok severdi beni zamanımız neredeyse beraber geçerdi. Erkeksi bir tarzı vardı, dayım kız gibi davranmasına çok sinirlenirdi! Mesela o yıllarda beni çok arı sokmuştu, ben salya sümük ağlayıp dövünürken onu sokunca hiç etkilenmezdi, gayet soğukkanlı bir şekilde iğneyi çıkartır oyuna devam ederdi. Babası övünürdü bu hareketleriyle. Karate yapardı hep, çoğu çocuğun ondan dayak yemişliği vardır kasabada. Gıcıklar takımını hiç sevmezlerdi, beni onlardan korumaya çalışırlardı anne-kız. Salıncağımızı o kurardı, hiç bıkmadan beni akşama kadar salladığını bilirim. Çeşmeye gittiğimizde çok eğlenirdik, çocukça oyunlar icat eder birbirimizi ıslatırdık. Koç sürüsüyle karşılaşıp tos yememek için kaçtığımızı, kuzuları kucağımızda gezdirişimizi hiç unutmam. Sürekli bitlenirdi bu kızcağız, tavuklardan geçtiğini söylerdi ama dikkat ederdim pek sık yıkamazlardı, haftada bir bilemedin iki haftada bir yıkandığını hatırlıyorum. Diğer kuzenlere gıcık dememin sebeplerine gelirsem; bu mal beyinliler anneleri gibi dedikoducu, kıskanç, iftiracı, yani kısaca fitne fesattılar. O yaşta hepimizin merak ettiği bazı şeyler vardı; sigara içmek gibi! Gaza gelip sigara içmeye karar veriyorduk, çalıyorlardı birinden beraber içelim diyorlardı bizde içiyorduk. Sonra gidip ispiyonluyorlardı anne babamıza, eşek sudan gelinceye kadar dayak yiyorduk ve eşek gelemiyordu bir türlü. Birinin meyve bahçesine sızıyorduk, CIA gibi titiz ve iz bırakmadan meyve çalıp geri çıkıyorduk, adamların kapısını çalıp ‘emmi meyvelerinizi çalıyorlar’ diye yetiştiriyorlardı piçler. Ailenin diğer çocuklarının bunlardan aşağı kalır yanı yoktu ama ‘nefret edilen topluluk’ unvanını hak eden bu kardeşlerdi. Küçücük şeyleri abartıp sürekli şikâyet ediyorlar, herkes dayak yerken sinsice izleyip gülüyorlardı. En vahim olay da başrol yine bendim (şanslıyım biliyorsunuz); aynı kasabadan bir çocukla fingirdiyorum, ne olduğunun farkında değilim her zamanki gibi. Saklambaç oynarken hep aynı yere saklanıyoruz, dansa davette beni seçiyor, dedesinin atına biniyoruz fırsat buldukça, çeşmede orada burada sohbet edip okul hayatımızdan bahsediyoruz falan filan… Yani ne yapacağız o yaşta başka. Gıcık kuzenlerin anne tarafından kuzeni olan başka bir kız bu çocuktan hoşlanıyor ve haber yolluyor bu salaklarla bana ‘Ruhtzu x’le konuşmasın, biz sevgiliyiz’ diye. Ben kıskançlık krizi geçiriyorum ama bozuntuya vermemeye çalışıyorum, ‘parçalayacağım onu, şöyle döverim böyle söverim, banane sevgililerse biz sadece arkadaşız’ zart zurt. Bu sefer benim söylediklerimi kıza iletiyorlar ama şöyle ‘Ruhtzu seni dövecekmiş, x’le aramıza kimse giremez, asıl o konuşmasın x’le’ demişler orospu evlatları. Kız yataklara düşüyor derdinden, çocuk sadece yazları geliyor benim gibi, kışın aynı şehirdeyiz, âşık kızımız sanıyor ki biz çocukla şehirde de görüşüyoruz falan oysa yok öyle bir şey. Kızın anne babası öğreniyor durumu, yemeden içmeden kesilen çocuklarını hastaneye yatırıyorlar, çocukla ben hala flört peşindeyiz her şeyden bihaber. Sonra geliyorlar bizim malların da şahitliğinde benim yaptıklarımı! abarta abarta anlatıyorlar medeniyet bilmeyen anne-babama. En son elinde odunla babamı gördüğümü hatırlıyorum, soluğu dedemlerin evinde alıp yalvar yakar beni saklamalarını istedim. Babam geldi kapıya ama anneannem bana inanmış olmalı ki zar zor ikna edip geri yolladı, bir hafta eve gitmedim. Be gerzek herif beni o odunla dövsen ölürüm bir kere hap kadar çocuğum, ne orospuluğumu bıraktı ne şerefsizliğimi. Hala ne yaptığımı anlamamıştım anneannem ‘erkek çocuklarla öyle gezilip oynanmaz, adın çıkar’ dedi. Bence gayet normal bir şeydi bu, sonuçta okulda da erkekler vardı onlarla oyun oynayıp aynı sırada oturabiliyordum, bunun neresi yanlıştı? Zihniyetinizi sikiyim! Âşık kız iyileşip yurduna döndü sonra, biz hep küs kaldık (geçen gün onu da stalkladım J götüme dönmüş) ilk aşkımı bu olaydan sonra pek görmedim, gelse bile bizimle oynamadı, benim mal ailemle âşık kızın ailesi fena fırçalamıştı küçük çapkını! yıllar sonra yaşadığım şehirde karşılaşıp selamlaştık, gözlerim dolmuştu ama çaktırmamıştım. Kuzenlerle olan ilişkimi kesemesem de en aza indirdim, hiç konuşmadığım zamanlar oldu, onları yok saymayı öğrenmiştim. Bazı şeyleri biraz zor öğreniyorum, insanları bir anda silip atamıyorum, onlar da ben tepkisiz kaldığım için iyice bokunu çıkarıyorlar galiba, affetmeyi seçiyorum hep, ömür boyu kavga edemem, çok yoruldum yaa…



   Gıcık grubunun en büyüğü ve başka bir kız kuzenimin o yıllarda yapmış olduğu garip davranışları anlatayım; bu iki kızdan birinin ailesi aşırı muhafazakâr diğerinin ki sosyetikti. Muhafazakâr olan uzun etekler giyip, namaz kılıyor, sağda solda beni ve dayımın kızını yakalayınca üstümüze çıkıp tepiniyordu. Kızın sürtünme huyu vardı, bunu bazı erkek kuzenlerde söylemişti, sosyetik olan da aynı şeyi yapıyordu. Aslında onun erkek arkadaşı olmasına ailesi izin veriyordu, kolejde okuyan gayet havalı bir kızdı, benden oldukça büyüktü ve sürekli banyo yaptırmak istiyordu. Ben hayır dedikçe anneme şikâyet edip zorla yıkıyordu. Yıkarken ya da geceleri aynı odada yatarken vajinama dokunmaktan geri durmuyordu. Ben utanıp itiraz edince kızıyordu, niye yapıyorsun diye sorduğumda ‘bir şey yapmadığını bunun normal olduğunu’ söylüyordu. Muhafazakâr olan kıza da bir gün sormuştum; ‘sen niye sürtüyorsun oranı bana’ diye, ağlayarak kaçtı yanımdan. Yani erkeksizlikten lezbiyen olmalarına ramak kalmıştı, tabi ben şimdilerde fark ediyorum bunu. O zaman analiz yapacak halim yoktu sadece utanıp korkuyordum, niye korktuğumu bilmiyordum ya da niye utandığımı. Hiçbir şey hissetmiyordum onlar dokununca, yaptıkları şeyin utancını niye taşıyordum? Kimden korkuyordum? Bugün düşününce ancak anlam verebiliyorum; ben bana yapılan çoğu tacizin benim suçum olduğunu düşünüyordum, din eğitimimi hatırlarsanız orada ‘kadın olmanın büyük günah olduğu’ vurgusu vardı. Vajinam ve memem olması suç gibi anlatılmıştı! Ben oraya dayanarak ‘kadın olduğum için bunlar başıma geliyor, sesimi çıkarırsam beni döverler’ korkusuyla susup katlanıyordum her şeye. Erkek olsam bunların hiçbiri olmayacaktı, erkeklik haklı olmak için yeterliydi ülkemizde. Kadınsan içtenlikle kahkaha atamazsın, canının istediğiyle sevişemezsin, açık saçık giyinirsen tecavüze uğrarsın, yalnız yaşayamazsın, erkek fahişe olmadığı için istediğin zaman kerhaneye gidemezsin, içki içemezsin, bara tek başına gitsen aranıyorsundur, gece dışarı çıkamazsın, tacize uğraman normaldir, öyle her işte çalışamazsın, en medeni erkekler bile kendi arkadaş gruplarıyla istediğini yapar ama sen kankilerinle tatile bile gidemezsin… Nasıl zihniyetler bunlar, nasıl pırıl pırıl zekâlar yaa? Kız çocuklarınıza belli bir yaşa gelince cinsel eğitim vermezseniz yukarıda ki örneklerle karşılaşmanız çok olası ve eşcinsellikte size göre günah. Peki ne yapacaksınız? Her şey eğitim cancağızım diyeceksiniz ki; kızım/oğlum cinsellik şöyledir, erken yaşta sevişirsen böyle olur, kontrollü olursan bunu ilerleyen yaşlarda daha sağlıklı yaşarsın, kondom, ilaç bla bla deyip öğ-re-te-cek-si-niz! Başka şansımız yok, çocukları iyi eğiteceğiz sağlıklı bir nesil için, gerisi onlara kalmış artık eşcinsel mi hetero mu olurlar bilemem…



  Arılar demişken bu yaratıklar bir ara bana takıktı, o kadar çok sokuyorlardı ki kraliçe arıyla bile bu kadar sık sevişmiyorlardır J Bilmiyorsanız; erkek arılar en güzel kokulu çiçek özünü kraliçeye taşıyıp döllenmeyle ödüllendiriliyorlar, seçilen arı kraliçeyle çiftleşiyor diğerleri ağzı beş karış açık izliyor J  Kraliçe arıda ki tripleri çok merak ediyorum doğrusu “ayy Faruk krizantem ne ki geçende Mertsu orkide özü getirmişti o gece verdim ona J J” Kır çiçeği özü getiren arı boş zamanlarında çobanlık yapıyor hiç şansı yok, burjuva arılar lale özü taşıyor falan… Neyse ilk arı soktuğunda çok küçük yaştaydım ve üç gün ağladım, ikinci de biraz daha büyüktüm bir gün sürdü, diğer sayısız sokulmada artık ağlamıyor niye olduğunu merak ediyordum. O kadar insan varken niye beni seçiyorlardı, manyaklar mıydı? Benden hoşlanmayabilirler ama iğnelerini topuğuma, göz kapağıma, dirsek ucuma, elimin üstündeki kemiğe (bir de seçtikleri yerler en acı verici olanlar yaa), kulak mememe batırmaları kabul edilemez. Bari gidin arada gıcık kuzenleri sokun o da yok, hep ben hep! Arılar, yılanlar tabi bir de kuzenler yüzünden hayatımın bir kısmı zehir oldu, lanet olsun hepinize J








1 Mayıs 2016 Pazar

EVLATLIK ÇOCUKLUK

    


             Koynumda Yılanlar!



     Bir yere bakıyorum bir göğe… Dağlar karmaşık duruyor, birbirlerine omuz vermişler sanki. Heidi’yi çok severdim biraz onun gibi hissediyorum burada ama o kadar şanslı değilim. Heidi’yi bile kıskanacak durumdayım, Polyanna’yı taklit ederek hayatımı sürdürüyorum. Başka seçenek yok şimdilik, bazı şeyleriniz az olduğunda onunla yetinip mutlu olmaya çabalarsınız, çok olduğunda da çabalarsınız, hayat! yağlı kazıktan hallice… Annemin doğduğu kasabadayız, Allah belamı iki katına çıkardı, çok zor burada yaşam; göt kadar evin içinde dede, anneanne, anne, baba, iki kardeş, ben, arada şehirden gelen dayılar, yengeler, kuzenler nefes almaya çalışıyoruz. Su yok evlerde, elektrikler kesiliyor sürekli, yolların tamamı toprak, keçi yolu gibi patikalar var. Yolda gördüğüm her hayvandan korkup kaçıyorum, koca koca öküzler, koçlar, çılgın horozlar, kafa atan keçiler vs... İnsanlar bir garip zaten hepsi birbiriyle akraba ve bence bu yüzden çirkinler, arada özürlü doğanlar olmuş yine de çocuk yapmayı ihmal etmemişler, bu sefer 6-7 tane sakat çocukları olmuş. Manyak bunlar cancağızım! Mesela bir çocuğun kafası vücuduna göre oldukça büyük ama farkında değil, başka bir ailenin tamamı üşütük, yabancılara saldırıyorlar, başka birinin kamburu var, çocukların ikisi kambur diğerleri aptal, bazısının kolu kısa bazısının bacağı, neredeyse tamamında zekâ geriliği var. Hepsini inceleyip iletişim kurmaya çalışıyorum, bana değişik geldikleri için onları kırmadan anlamak istiyorum. Vücut olarak tüm insanlardan farklı olmak ne hissettiriyor acaba? Saldırgan olanlardan korkuyorum doğal olarak, hatta çocuk bir keresinde yolda kıstırdı beni, yaralamadı sadece vurdu ama çığlık çığlığa eve kaçtım. Bir çocuk kolumda ki saate taktı kafayı, 25 kere sordu ‘saat kaç’ diye her seferinde söyledim bıkmadan! Ama en sonunda ‘pili bitti’ deyip kandırdım yoksa bende salaklaşacaktım. Çocukların hepsi kasabada ki okula gidip hiçbir şey öğrenemiyor ama camiye gidip sürekli namaz kılıyorlardı. İbadete çok önem veriyordu halk, bizde evde toplu namaz seansları yapıyorduk, günah olduğu için dışarı kız verilmiyor (aşık olup kaçanlar evlatlıktan reddediliyor) sürekli akraba evliliği yapılıyor, kızlar 15-17 yaş aralığında evlenip hemen çocuk doğuruyorlardı. Ramazan ayına denk geldiğim zamanlarda oruç tutmayan kimse görmedim, çoluk çocuk hepimiz akşama kadar aç biilaç tepinip su taşıyorduk. Bildiğimiz su! Hani evde musluğu açınca şakır şakır akan, kesilince bir böbreğimizi kaybetmek kadar bize koyacak su! Çeşmeden bidon ve kovalarla eve taşınıyor, musluklu teneke kaplara boşaltılıyor, çabucak tüketiliyor yine çeşmeye gidiliyordu. Gitmek 5 dakika geri dönmek 10 dakika sürüyordu çünkü elinizde ağırlığı dört beş litreyi bulan kap oluyordu. Temizlikten tutun da yemek yapmaya, yıkanmaya, içmeye kadar her yerde kullanılan suyun evlerde olmaması beni en çok şaşırtan şeydi bu Allah’ın dağında. Baya dağ yamacına kurulmuştu boklu kasabamız, her taraf yokuş, toz toprak içindeydi. Can sıkıcı diğer bir olay televizyon kanallarının çekmeyişiydi, uydu teknolojisinin henüz emekleme dönemiydi ve oldukça pahalıydı o zamanlar. TRT’nin devlet televizyonu olmakta ısrar edip, sürekli haber ve sanat müziği yayını yaptığı yıllardan bahsediyorum. Kısıtlı saatlerde çizgi film vardı ve asla yakalayamıyorduk, Brezilya dizileri niyeyse öğlen veriliyordu! belki sadece ev hanımları düşünülmüştü. İnsan biraz da çocukları düşünür be pezevenkler, Zeki Müren dinlemekten gamlı baykuşa dönmüştük hepimiz (şimdilerde bayılıyorum dinlemeye), rakı içmiştim bir gün kazayla ama o yaşta içkiye başlasam sebebi bunlar olurdu. Zaten rakıyı yanlışlıkla kafama dikmiş, dilime acı tadı gelince ‘su dura dura bozulmuş’ deyip lavaboya boşaltmıştım! Tabi ki dayak yedim… Şehirde izlediğim özel kanalların hiçbiri yoktu (star, kral, kanal 6, Show tv, Flash tv J, kanal d, atv) akşamları erkenden yatıyorduk, tavuklar kümese girince uyku vaktimizin geldiği anlaşılıyordu. Zaten acayip bir cimrilik söz konusuydu evde, suyu ben taşıyordum ama kullanımı burjuvaya aitti. Tuvalete girip çıkınca el yıkamak normal bir davranıştı bana göre ama anneannem gelip ‘niye her seferinde elini yıkıyorsun, su bitiyor’ dedi! ‘ben taşıyorum zaten’ dedim, tokadı yedim. Demek ki kıçını yıkamıyordu bu kabilenin insanları! Elektrik olduğu zamanlar açık unutulan bir lamba sonu gelmeyecek tartışmalara sebep oluyordu. Ev iki katlıydı ve yapısı biraz tuhaftı, pek güneş görmeyen mutfağın penceresi inadına minicik yapılmış gibiydi. Kış aylarının diz boyu karla geçirildiği dağlık kasaba da sofa denilen yerden balkona çıkılıyordu ve kapısı yoktu. Bir odadan diğerine koşarak geçiyordum, her koşuşumda ev temelinden sarsılıyordu ve ben taş çatlasa 25 kiloydum. Balkonun evden kopup kendini dağa taşa salması an meselesiydi, yüz kilonun üstünde olanlar oraya ayak basmayarak hayatta kalıyordu. Ev değil survivor amına koyim! Yılmaz Morgül bile 3 günden fazla dayanamazdı J Bir de yemek kıtlığı çekiliyordu, aslında her şeyden bol bol vardı ama insanlar cimrilik kısmını abartmıştı biraz. Kahvaltı olarak iğrenç tatlı keçi peyniri, zeytin ve yufka ekmek bazen pişi tüketiliyordu. Arı kovanlarında petek bal, çeşitli reçeller, bahçede domates salatalık olmasına rağmen onları sofraya koymayıp, yatak odası olarak kullanılan yerdeki gömme dolapta saklıyorlardı. Tereyağını kendileri yapıyordu, tavuklar her gün yumurtluyordu (kümese girip topluyordum), meyve ağaçlarının tamamı vardı ama bunların hiçbirini tüketmiyorduk. Bazen dayılarım gelince açtırıyordu petek balı falan ama dedem o kadar kızıyordu ki kimse yemeye tenezzül etmiyordu. Kendi de yiyemeden öldü zaten! Buğday ticareti yapıyorlardı baba ve en küçük oğul, diğerleri şehre kaçmıştı, despot bir adamdı, ota boka kızıyordu. Meyveler olgunlaşınca toplanıp reçel yapılıyor ya da komposto için kurutuluyordu, toplanırken yiyebildiğimiz kadar yiyorduk, yumurta ve tereyağı en pahalı fiyattan kasabalıya satılıyordu gördüğüm kadarıyla. Öğle yemeği bulgur pilavı ekmek, akşam yemeği sebze ve bulgur pilavından oluşuyordu çoğunlukla. Kurban bayramı dışında et tüketmiyorlardı, hayvanı kesip üç beş kişiye dağıtıyor kalanını zaten kalabalık olan aile fertleri bir oturuşta yiyordu. Biz çocuklar alnımızda kırmızı kan lekeleriyle sağa sola koşuşturup yarım ekmek arası kavurma yiyorduk her bayram. Kasaba halkı birbirini pek sevmiyordu ama bu aileye ayrı bir gıcıkları vardı. Zamanında karıya kıza çok yürüyen despot ve cimri dedem, at üstünde yalnız kovboy misali gezip, civar köyler dâhil ünlenmişti. Çapkınlıkta tabi! Atlamadığı kadın kalmadığı gibi eve ikinci eşi getirmiş, üç çocuk doğurtup baba evine geri yollatmıştı zavallıyı. Benim mal annem bunları gururla anlatıyordu ‘benim babam şöyle ağaydı, böyle çapkındı’ diye, sanki kendisi kadın değilmiş gibi. Dedemin bu meselelerden dolayı çok düşmanı vardı, evden çıkıp sağa sola gidemiyordu korkudan. İnsan ailesinde ne görürse o normal geliyor, anlattığım her şey benim için anormallik derecesindeydi. Fakir olabilirsiniz, tek yemek çeşidiyle doymak zorunda olduğunuz zamanlar olabilir, parasız kalabilirsiniz ama bunların yaptığı gibi çocuktan, komşudan zaten bol bol olan nimetleri esirgemek nedir yaa. Cimrilik hepimiz de vardır, ben bile yapıyorum kimi zaman. Benim orada bulunduğum yıllar içerisinde tüm bu nimetlerin nasıl yok olduğunu anlatayım da bu huyumuzdan bir an önce vaz geçelim…



   Yemeye içmeye pek düşkün olan bıbıcım, artık yaz tatillerinde sürekli gittiğimiz kasabada cimri kaynatasıyla aynı evde yaşama muhabbetinden sıkılmış olmalı ki paraya kıyıp oradan ev aldı. Ev dediğim de yıkık dökük bir yer, üzüm bağının içinde ahırdan biraz büyük, taş bir virane. Sıfırdan yaptırsaydı daha ucuza gelirdi, o evi oturulacak seviyeye getirmek epey zaman aldı. İki oda, mutfak, küçük bir sofa, geniş terasa sahip yapının manzarası gerçekten çok güzeldi, bayılırdım orada gün batımını izlemeye. Zeytin ve kavak ağaçlarıyla çevrili, bağın ortasında kalan evimiz şirin bir yapıya dönüşünce, şehir dışında olan yazlığımızın eşyalarını oraya taşıdık, yazlığı da boş durmasın bari üç beş bir şeyler getirsin diye kiraya verdik. Yalnız bu kasaba evinin tek kusuru vardı, bana göre dünyanın en korkunç kusuru tabi; yılanlar! Üzüm bağının yılanları çektiği söylendi ama bir ara o kadar çoğaldı ki yılanların öcüne döndü ortalık. En çok korktuğum hayvan cinsi olduğunu söylememe gerek yok herhalde. Nereye elimizi atsak sinsi sinsi akıp geçiyordu, siyah renkli olanlar aile üyelerimiz arasında yerini almıştı. Ben çocukça oyunlar oynarken bağda bahçede önüme çıkıp korkudan ölme seviyesine getiriyorlardı. Bir gün en fenasıyla karşılaştım; bizim mallar yakınlarda olan başka bir kasabaya alışverişe gitmişti, evin işlerini yapıp televizyon karşısına geçtim. Zaten az olan kanallarda bir şeyler izlemek için aranırken bir hışırtı duydum, sağa sola baktım bir şey yok. İzlemeye devam ettim, hışır hışır… Bakıyorum koltuğun altına, masanın oraya bir şey yok, hış hış hış… En sonunda kafamı kaldırıp tavana bakınca lanet yaratıkla karşılaştım, beyaz karnı yeşilli kahveli rengiyle geziniyordu. Kalın ve uzun gövdesini görünce donup kaldım yerimde, birazdan aşağı düşüp sokacaktı götümden, bende eşekler cennetine ön kayıt yaptıracaktım. Tavan önceden topraktı, üzerine beton dökülmüştü fakat hala toz yağıyordu aşağıya, bunu önlemek için muşambadan bir örtü çakılmıştı ahşaptan olan iç kısmına, yılan kardeşimiz karnını bu örtüye sürte sürte gezerken ayak uçlarıma basarak dışarı kaçtım! Ağlayarak yakında oturan dayımın evine koştum, yengem beni çok severdi, cesur bir kadındı ben ‘evde yeşil yılan var’ diye haykırarak gelince kocaman bir odunu kaptığı gibi koşmaya başladı. Siyah olanlar ne kadar zararsızsa yeşiller bir o kadar tehlikeliydi, sokunca dağ gibi insanları bile kısa sürede öldürecek zehre sahiptiler. Hayvanoğluhayvanı ürkütmemek için eve sessizce girdik, hala yatıyordu aynı yerinde pislik şey. Yengem yavaşça odunu vücuduna dokundurunca birden hareketlendi, ok gibi fırlayıp gözden kayboldu. Sıçmıştık! Allah bilir nereye saklandı, artık çağırsan bile gelmez, gece mi ortaya çıkar yoksa biz yemek yerken üstümüze mi atlar bilemezdik. Moralim sıfırın altında eksi beşti, yengem ‘evde durma bize gel’ deyince kabul ettim ama geceleri o odada yatıyordum, sabaha koynumda beyaz-yeşil yılanla uyanmam kaçınılmazdı. Tabi onu orada görmüş olmak geceyi uykusuz geçirmek için yeterliydi, hatta tüm geceleri… Akşama doğru kabilenin diğer üyeleri gelince durumu anlattık, iş bilir annem evin etrafına kükürt dökerek sorunun çözüleceğini söyledi. Ödü bokuna karışan babam o gece orada kalmayalım dediyse de kadının tuhaf bir inadı ve sinsice planları vardı! Göz göze gelince anladım, tam olarak soluk yeşil rengine bakarken açık etti planını; ben gece o odada yatacaktım! Çinliler işkenceyi icat ederken üstatlık yapan üvey annem hiç bozuntuya vermedi, herkes evine dağıldı ve ben korkudan tir tir titremeye başladım. Dünyaya beni niye gönderdiğini hala anlamadığım yüce Tanrı ek olarak elektrik kesintisi de yaptı o akşam. Artık trafodan mı kurumdan mı Tanrı’dan mı kaynaklanıyordu bilemem ama ev halkı erkenden odalarına çekildi, bana da ‘yat burada gitti artık yılan bir daha gelmez’ dedi kaltak, koltuğa oturup tespih böceği gibi tortop oldum, beklemeye ve bildiğim tüm duaları okumaya başladım. Çıt duysam sıçrayıp etrafı araştırıyordum, ay ışığı odayı biraz aydınlatıyordu neyse ki, uyku denilen illet yakama yapıştı tabi bir süre sonra. Arada dalıp tekrar uyandığım oldu, hem yılanla ilgili korkunç hayaller kurmaktan hem de korkudan zihnim allak bullaktı. Yorgunluktan uyuyakaldım tabi, direnmek boktan bir çabaydı bazen ne yaparsanız yapın olmuyordu, teslimiyet en iyisiydi. Nasıl sabah oldu anlamadım sanki sadece 5 dakika uyumuş gibi yorgun uyandım, ayakucumda bir ağırlık vardı kafamı kaldırmamla gördüm onu! İnce yorganımın üstünde yatıyordu öylece, canlı mıydı anlamak imkânsızdı, beni sokmuş muydu ölecek miydim diye hızlıca düşünüp çığlığı bastım, o kadar çok bağırdım ki komşu kasabadan yardıma geldiler J. Anne babam koştu, babam görür görmez kendini can havliyle dışarı attı arkasından annem de çıktı, gözyaşlarımdan görebildiğim kadarıyla komşu bir teyze çengel gibi bir şeyle yılanı aldı üstümden sonra gelip su içirdi bana. Ne oldu anlamadım su içtiğimi hatırlıyorum en son, sonra baş ağrısıyla yatağımda uyandım yine, hafifçe gözlerimi aralarken kulaklarım da devreye girip şu sözleri duydu: ‘kız öldü mü yoksa, bir baksana’ adam kadına diyor, kadın cevap veriyor ‘ne ölmesi ayol dokuz canlı ona bir şey olmaz’. ‘kalk kız öğlen oldu hala yatıyor’ bir yandan da umutla bakıyor belki ölmüştür diye, gözlerimi aralayıp yakalıyorum, ‘yaşıyorum’ diyorum içimden orospu hala ölmedim yaşıyorum. Sizin vicdanınızı gelmişinizi geçmişinizi aç gözünüzü sikeyim!


     Yılan ölmüştü, bense uzun süre uyku sorunu çektim, çok zor dalıp sıçrayarak uyanıyordum. Yıpranacak bir psikolojim kalmamıştı ama kâbuslarıma yılan figürü eklenmişti. Yıllarca başrol oldular, kâh ayaklarıma dolandılar kâh boynuma hatta bir keresinde yanımda uyuyan kardeşimin kolu üzerime düşünce ortalığı yıktım ‘yılaaaaaan’ diye. Sonra yavaş yavaş tedavi ettim o yarayı da…



     Haa size cimriliğin zararlarını aktaracaktım, şöyle ki; hali hazırda sahip oldukları nimetleri, çocukları dâhil kimseyle paylaşmayan aile, zamanla yapayalnız kaldı. Onların cimri ve haset oluşundan yorulan evlatları daha az ziyaretlerine geldi, tavuk-bahçe kavgasına tutuştukları komşuları bıkıp birer birer kasabanın yeni yapılaşan tarafına taşındı, yıkıntıların içinde sadece onlar kaldı. İyice yaşlanıp güçten düşen anneanne-dede meyve sebzeyi toplatacak evlat, işçi, çoluk çocuk bulamadı çünkü kimsenin parasını ödemiyorlardı, kendileri de toplayamayınca olgunlaşan meyveler dökülüp ziyan oldu, yiyemedikleri sebzeler dalında kurudu. Hayvancılık yapmaya başlayan en küçük oğul zaten zor yetişiyordu kendi işine, buğdayların biçilme zamanı geçti mahsul tarlada yandı bitti. Tarlalarını sürdürecek bir tane traktör bulamadılar kimse bulaşmak istemiyordu bunlara, bu sebeplerden tarla bağ bahçe zamanla satılmaya başlandı. Tabi bu saydıklarım yıllar içinde oldu, karı-koca evin içinde, dolaplar bomboş, ıssız, yalnız kalakaldılar. Zaten evden çıkmayan dedem kafayı üşüttü, bayramdan bayrama evlatları gelirse geliyordu, biz her yaz gidiyorduk zaten, ilk başta benden nefret ederken ömürlerinin son deminde sularını taşıyan, ekmeklerini alıp yemeklerini pişiren ben oldum helali hoş olsun. Bugün olsun yine yaparım, onları yıkadım, anneannemin bembeyaz saçlarını ördüm, dedeme çorbasını içirdim, son zamanlarını yarı deli yarı akıllı geçirip bu hayata veda ettiler. Bolluk zamanında mutsuzlardı darlık zamanında hem yalnız hem mutsuz oldular, yani cancağızım; iki taneyse birini ver, az deme paylaş, çoğalır o, hiç mi verecek bir şeyin yok sevgini ver emeğini ver, bir çocuğun başını okşa, bir insana içtenlikle gülümse, yargılamadan dinle, dua et, gücüm yok deme var, kalp odacıklarımız sevgi, aşk, merhamet dolu, dopdolu… Başınıza bir şey geldiğinde boşuna ağlamayın o durumu siz çağırıyorsunuz, kıskançlık, cimrilik, kibir, iftira, yalan bir yerlerinizden çıkıyor acıta acıta J J